Enstantane Estetiğin Babası Robert Frank
Savaş, yurtsuzluk ve nihayetinde göçmenlik deneyimleriyle kazandığı bakış açısını sanatına yansıtan bir fotoğrafçının hayat hikayesi bu.
Yazı: Şahinder ÖNDER FİŞENK
İLK YILLARI
Robert Frank 1924'te İsviçre'nin Zürih kentinde doğdu. Başarılı ve iyi eğitimli bir Yahudi iş adamı olan Frankfurtlu babası Hermann Frank, aynı zamanda sanatsever, amatör bir fotoğrafçıydı. Baselli annesi Regina ise zengin bir fabrikatörün kızıydı. Frank’ın bir de kendisinden büyük bir erkek kardeşi vardı.1935 yılında Nazilerin yükselişe geçtiği sırada Frank Ailesi, diğer birçok Yahudi ailesi gibi Alman vatandaşlığından çıkarıldı ve pasaportları iptal edildi. Bunun üzerine vatansız kalan aile, İsviçre vatandaşlığına başvurdu. Genç Robert, İkinci Dünya Savaşı dehşetinin sona ermesini, ailesi ile İsviçre'de bekliyordu. Bu arada 1941 yılında liseden mezun olduktan sonra fotoğrafla ilgilenmeye başladı. Aynı apartmanda yaşayan fotoğrafçı ve rötuşçu Hermann Segesser'in yanına çırak olarak girdi. Ertesi yıl, kendisini İsviçre'nin aktif dergi, gazete ve kitap yayıncılığı endüstrisiyle tanıştıran, Zürih’in ticari fotoğrafçısı Michael Wolgensinger için çalışmaya başladı. 1944'te Cenevre'de Victor Bouverat'ın asistanı oldu. Burada kapsamlı bir eğitimden geçen Frank, 1946'da elle ciltlenmiş ilk fotoğraf kitabı 40 Fotos’u yayınladı. Sadece beş yıldır fotoğraf çekiyor olmasına rağmen kitap, geniş bir yelpazede, olağanüstü ustalıklı fotoğraf stilleri barındırıyordu. Bauhaus'tan ilham alan ışık ve formun kullanıldığı fotoğraflar, Frank’ın gelecekte yapacağı işlerin habercisiydi. Yeni bir fotoğraf ustası doğuyordu!
AMERİKA’YA GÖÇ
İsviçre, İkinci Dünya Savaşı sırasında her ne kadar güvenli bir yer olsa da Frank, Nazizim etkisi ve tehdidi nedeniyle burada da birtakım kısıtlamalar yaşıyordu. Bu nedenle 1947'de İsviçre'den ayrılarak Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. New York'a geldikten kısa bir süre sonra Harper's Bazaar'ın efsanevi sanat yönetmeni Alexey Brodovitch tarafından işe alındı. Brodovitch'in yenilikçi öğretilerinden ilham almasına rağmen, dergideki atmosferi boğucu buldu. 1947'nin sonlarında işi bıraktı.
Frank, ABD’de yaşadığı ilk birkaç yıl boyunca birkaç gezi yaptı. 1948'de Orta ve Güney Amerika'ya gitti; Peru'da dolaşmadan ve fotoğraf çekmeden önce Küba, Panama, Brezilya ve Bolivya'yı kısaca ziyaret etti. Bu gezi sonunda 39 fotoğrafı içeren, “Peru” adında spiral ciltli bir kitap yayımladı.
1949'da sanatçı Mary Lockspeiser ile tanıştıktan kısa bir süre sonra Avrupa'ya gitti. Hedefi yıl sonuna kadar Paris’te yaşamaktı. Ancak önce ailesini görmek için İsviçre’ye geçti. Orada, ertesi yıl evleneceği Mary'ye adanmış 74 fotoğraftan oluşan eşsiz bir kitabı, Mary's Book'u hazırladı. Bu Avrupa gezisi sırasında İspanya ve İtalya'da da seyahat etti ve fotoğraf çekti.
1950'de ABD’ye dönen Frank, Edward Steichen ile tanıştı ve New York’taki Museum of Modern Art’ta düzenlenen “51 American Photographers” sergisine katıldı. Kısa süre sonra da Mary ile evlendi. Şubat 1951'de oğulları Pablo'nun doğumundan sonra, Robert ve Mary iki yıllık bir süre için Avrupa'ya döndüler. Bu sefer Paris, Londra, Zürih, Galler ve İspanya'da kaldılar. Frank ziyaret ettiği yerlerin karakterini ifade eden unsurlara odaklandı. Valencia'da boğa güreşlerini, Londra'da bankacıları, Paris'te çiçekleri, sandalyeleri ve sokak satıcılarını fotoğrafladı.
1952’de Black White and Things adını verdiği el yapımı kitabını yaptı. 72 fotoğraftan oluşan ve üç bölüme ayrılan kitabın girişinde de Antoine de Saint-Exupéry'den kısa bir alıntıya yer verdi: “Kişi yalnızca kalbiyle doğru görebilir; esas olan gözle görülmez.” Bu alıntı Frank’in hayata ve fotoğrafçılığa bakışının bir özetiydi.
Mart 1953'te New York'a dönen Frank; McCall’s, Vogue ve Fortune gibi dergilerde serbest foto muhabiri olarak çalışmaya devam etti. Saul Leiter, Diane Arbus gibi çağdaşı fotoğrafçılarla tanıştı. Jane Livingston'ın New York Fotoğraf Okulu olarak adlandırdığı oluşumun kuruluşuna yardımcı oldu.
Bu arada Mary, Nisan 1954'te kızıları Andrea'yı doğurdu. Amerika’ya yerleşen ve artık iki çocuklu bir aile sahibi olan Frank, Amerikan yaşamının hızlı temposuna ve paraya aşırı vurgu yapan toplumsal yapısına uyum sağlayamıyordu. Amerika'yı zorlu bir yer olarak görüyordu. Fotoğraflarının daha geniş çapta yayımlanmaması onu hüsrana uğratıyordu.
1955’te Edward Steichen tarafından Modern Sanatlar Müzesi’nde (MoMA) düzenlenen ve 9 milyon ziyaretçi tarafından görülen The Family of Men sergisine 7 fotoğrafı ile katıldı. Bu sayı, katkıda bulunan diğer kişilerin çoğundan daha fazlaydı. Bu sergide ve sonrasında basılan katalogda yer alması nedeniyle daha fazla tanınırlık kazandı.
THE AMERICANS
1954 sonbaharında, başvurusunda yazdığı gibi, “Amerika Birleşik Devletleri'nde özgürce fotoğraf çekmek ve Amerikan toplumunu kayıt altına almak” için John Simon Guggenheim Memorial Vakfı'na burs başvurusunda bulundu. Fotoğrafçı Walker Evans'ın yanı sıra Steichen ve Brodovitch'in tavsiye mektuplarıyla 1955 baharında burs kazandı ve ABD’yi baştan başa gezeceği bir gezi ile ödüllendirildi. Frank, hayatında ilk kez, Detroit, Dearborn, Michigan, Miami, New Orleans, Houston, Los Angeles ve Chicago gibi yerlerden geçerek ABD'yi dolaşıp fotoğraf çekiyordu. Belirlenmiş bir güzergahı yoktu. Ailesini de yanına almıştı ve sonraki iki yıllarını yollarda geçirdiler. Frank, 760 makara filmle çıktığı bu 16 bin kilometrelik yoldan 28 bin kare fotoğrafla döndü.
Frank bu fotoğraflar arasından siyah beyaz 83 ikonik kare seçti. Bunlarla 1958 yılının Kasım ayında “Les Américains” adıyla Fransa’da; 1959'da dönemin ünlü Beat Kuşağı Yazarı Jack Kerouac’ın önsözüyle de ABD’de The Americans adıyla bir kitap çıkarttı. Fotoğraf dünyasında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Frank ABD toplumunun bugüne kadarki en ayrıntılı ve en dürüst analizlerinden biri olan bu kült çalışması ile aralarında Mary Ellen Mark, Elliot Erwitt, Diane Arbus gibi çağdaş Amerikan fotoğrafının büyük ustalarının da takip edeceği büyük ve önemli bir geleneğin temellerini atmıştı.
Dört bölümden oluşan kitapta Frank, Amerikan halkını siyah ve beyaz, askeri ve sivil, kentsel ve kırsal, yoksul ve orta sınıf fark etmeksizin eczanelerde ve lokantalarda, şehir sokaklarında buluşurken, cenazelerde yas tutarken ve arabaların içinde veya çevresinde toplanırken görüntülemişti. Delici vizyonu, şiirsel iç görüsü ve farklı fotoğraf tarzıyla Frank, ülkenin yüzeyinin hemen altındaki politikayı, yabancılaşmayı, gücü ve adaletsizliği ortaya koyuyordu. İçeriğindeki fotoğraflar dönemin popüler dergilerinde görülen sağlıklı, basit fotoğraflardan çok uzaktı. Jack Kerouac kitabın önsözünde “Bu fotoğrafları gördükten sonra bir müzik kutusunun mu, yoksa bir tabutun mu daha hüzünlü olduğunu bilemeyeceksiniz” diyordu.
FROM THE BUS
1958 yazında, The Americans'ın Fransa'da ilk çıkışını yapmasından birkaç ay önce Frank, hareketli görüntü denemeleri yapmaya başladı. Ancak tüm kalbiyle film yapımcılığına yönelmeden önce, From the Bus adlı başka bir fotoğraf serisi daha yaptı. “Amerikalılar” projesinin eşsiz özgürlüğünden sonra Frank, bu kez fotoğraflarını hareketli bir New York şehir otobüsünün penceresinden çekerek bakış açısını büyük ölçüde kısıtladı. Yayaları yürürken, beklerken ve bazen de hareket halindeyken yakalayan bu fotoğraflar, hareketsiz ve hareketli fotoğraflar arasındaki boşluğu dolduruyordu ve enstantane estetiğinin kusursuz birer örnekleriydi.
SİNEMA’YA BAŞLAMA
From The Bus projesinin arkasından Frank, hızla film yapımcılığına başladı. Büyük sanatçıların kendilerini asla tekrar etmemeleri gerektiğine inanıyordu ve film yapımında yeni bir ifade biçimi bulmuştu. Film endüstrisine girmek, Robert'in kariyerinde büyük bir değişime işaret etti. İlk filmi, Kerouac tarafından yazılan 1959 tarihli Pull My Daisy filmi oldu. Filmde Allen Ginsberg, Gregory Corso, Peter Orlovsky gibi ünlü Beat çevresinden insanlar oyuncu olarak yer aldı.
Ardından gelen The Sin of Jesus, Me And My Brother gibi filmlerle hayatı boyunca toplamda çeşitli uzunluklarda yaklaşık otuz avangart film yaptı. Ancak en sansasyonel filmi Cocksucker Blues adıyla yaptığı ve Rolling Stones’un turne sırasındaki yoz görüntülerini içeren belgeseldi.
NOVA SCOTIA VE FOTOĞRAFA DÖNÜŞ
1963'te Frank, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı oldu. Ancak takip eden on yılda, Kanada'da daha fazla zaman geçirmeye başladı. 1969'da Mary'den ayrıldıktan sonra, 1970'te sanatçı June Leaf ile Cape Breton Adası, Nova Scotia'daki Mabou'da bir ev satın aldı. “Nova Scotia’ya kaçtım. Sadece yalnız kalmak istedim. Cocksucker Blues fiyaskosunun ardından bunu istedim” diyordu. O ve Leaf 1975 yılında evlendiler.
Buraya taşındıktan sonra, Frank hayatında birtakım talihsizlikler yaşamaya başladı İlk olarak, arkadaşı ve ortağı Danny Seymour, Güney Amerika'ya yelken açarken ortadan kayboldu. Kızı Andrea, Guatemala'nın Tikal kentinde bir uçak kazasında hayatını kaybederken, oğlu Pablo önce hastaneye kaldırıldı ve ardından şizofreni teşhisi kondu. Frank tüm bunların ardından münzevi bir hayat tarzını benimsedi; film ve videoya ilgi duymaya devam etse de fotoğrafa geri döndü ve 1972'de ikinci fotoğraf kitabı The Lines of My Hand'i yayınladı. Bu çalışma büyük ölçüde kişisel fotoğraflardan oluşuyordu ve dolayısıyla kitabı “görsel bir otobiyografi” olarak tanımlandı.
Mabou ve New York arasında hareket etmeye devam etmesine rağmen Frank, “röportaj fotoğrafçılığı tarzının eski olduğunu ve artık bunun bir anlamı olmadığını” iddia ederek çok fazla göz önünde bulunmadan film yapımı ve farklı fotoğraf formatları arasında geçiş yapmaya ve otobiyografi temasını denemeye devam etti. 1974'te bir Polaroid kamera ile denemeler yapmaya başladı. 1975'te renkli film yüklediği ucuz bir plastik kamera olan Lure kamera ile çektiği fotoğraflara makine yapımı renkli baskılar kullanarak kolajlar yapmaya başladı.
SON YILLARI
Bu yıllar boyunca Frank sık sık tek bir kâğıda birden fazla negatif bastı. Bant, yapıştırıcı ve hatta çivi kullanarak tek bir sanat eserinde çok sayıda baskıyı birleştirdi. Metni negatiflerine çizerek ve baskılarına kalın, bazen kaba harflerle yazarak görüntünün kutsallığını daha da bozdu. Fotoğrafları yoğun bir şekilde kişiselleşti.
1994’te Ulusal Sanat Galerisi’ndeki ‘Robert Frank: Dışarı Çıkmak’ adlı bir sergisi oldu. 1995 yılında kızının anısına sanatçılara burs sağlayan Andrea Frank Vakfı'nı kurdu.
2004‘te Tate Modern’de sergilenen “Robert Frank Storylines” isimli serginin ardından genellikle ödüller konusunda ikircikli olmasına rağmen, prestijli Roswitha Haftmann Ödülü’nü almak için 2004’te Avrupa’ya gitti.
1995 yılında oğlunu da kaybeden Frank daha fazla içine dönük bir yaşantıyı tercih etti. Halkın karşısına çıkmamak için çoğu röportajı reddediyordu. Bazı sanatçılar için müzik videosu yönetmek veya kendisi için önemli olan fotoğraf işleri dışında çok fazla iş almıyordu. Frank, 9 Eylül 2019'da Nova Scotia Cape Breton Adası'ndaki Inverness Konsolide Memorial Hastanesi'nde 94 yaşında öldü.
FOTOĞRAFÇILIĞI
Robert Frank uzun kariyeri boyunca hareketli ve hareketsiz görüntü alanında birçok işe imza atmıştır. Ancak hiç kuşkusuz en başarılı işi The Americans projesi olmuştur. Frank, kendisine ait olmayan bir ülkede, ABD'nin coğrafi, ekonomik, ırksal ve dinsel çeşitliliğinin gerilimlerini dikkat çekmeden yakalayan bir yabancı röntgencinin gibi hareket etmiştir. İçerik ve biçim olarak benzersiz olan bu proje, dünya çapında birçok fotoğrafçıya ilham kaynağı olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Kitabın 1959'da yayınlanan ABD baskısının girişinde Kerouac’ın “Frank 83 fotoğrafla “Amerika'dan hüzünlü bir şiir sağmıştır” sözü yazar.
Robert Frank’ın ilk gençliğinde deneyimlediği savaş, yurtsuzluk ve nihayetinde göçmenlik, kişiliğini ve sanatını etkilemiş, kendi deyimiyle “mücadele eden insanlara sempati duymuştur”. Kuralları koyan insanlara karşı da bir güvensizliği vardır. Eserlerinde bu belirgin bir biçimde göze çarpar.
ABD’ye yerleştiği ilk yıllarda benimsediği Beat felsefesi, yaptığı işlerin ana teması olmuştur. Beat Kuşağı ve felsefesinin ortaya çıkışı, yolculuklara ve yer değiştirmelere dayanır. Yol, sonu gelmeyen arayışın simgesidir. Anlamsa arayışın kendisindedir. Beat Kuşağı’nın felsefi özü olan Zen, bu anlamı bulma üzerine kuruludur. Bu kuşak için önemli olan, bir yere varmaktan ziyade ‘yolculuğun kendisi’dir. İşte Robert Frank da hayatını bu felsefe doğrultusunda yaşamış ve sanatını icra etmiştir. Hem sıra dışı hem de sıradan olanı yakalamış ve sanatının önünde hiçbir şeyin durmasına asla izin vermemiştir.
New Yorker Dergisi Eleştirmeni Janet Malcom tarafından “Yeni Fotoğrafçılığın Maneti” olarak adlandırılan Frank, aynı zamanda ‘enstantane estetiği’nin babası olarak kabul edilir.
Frank, samimi fotoğrafçılık alışkanlıklarının çoğunu sinema dünyasına taşıdığı için, fotoğrafçılıkta olduğu kadar sinemada da oldukça sıra dışı ve başarılı işlere imza atmıştır. Kamerasının önündeki nesneleri aydınlatma konusundaki deneyimi ve farklı bakış açısı nedeniyle yaptığı filmler, zamanlarının gerçek birer fenomenleri haline gelmiştir. 20. yüzyılın en etkili fotoğrafçılarından olan Robert Frank, hayat tarzı, felsefesi ve farklı bakış açısı ile yeni nesil fotoğrafçıları etkilemeye devam etmektedir.