Şeb-i Arus’ta Konya’da Olmak…
Makale

Şeb-i Arus’ta Konya’da Olmak…

Son yıllarda planlı yaşamaktan olabildiğince uzak durup, neyi, nasıl hissediyorsam öyle yaşıyordum. Böyle bir halet-i ruhiyede iken bir sabah kalkıp Konya’ya gidiyorum dedim ve bir saat içinde de yola çıktım.

Şeb-i Arus törenlerinin gerçekleştiği ve haftalar öncesinden bilet ve otel rezervasyonunun yapılmasının gerektiği bu dönem, bir anda verilen kararla başlayan seyahatim için yer bulamama riskini de taşıyordu. Ancak çok sevdiğim bir dostumun yardımıyla tören davetiyesi ve otel rezervasyonu konusu beş dakika içinde çözüme kavuşmuştu. Ve gezimin sonuna kadar yolda olmanın verdiği coşkuyla ve de yüzümden eksilmeyecek olan gülümsemeyle yol alıyordum Mevlana’ya doğru.

 

Yazı ve Fotoğraflar: Ali IRGAT

Instagram: @bi.dunyali

 

7000 yıllık tarihiyle Anadolu’nun en kadim ve en eski şehirlerinden birisi olan Konya, Hititler’den, Lidyalılar’a, Büyük İskender’den Romalılar’a, Bizans’tan Selçuklular’a ve Osmanlı’ya kadar pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış. Şehre Romalılar tarafından Yunanca’da “Kutsal Tasvir” anlamına gelen “İkonion” adının verilmesi belki de bütün bu toplumlar için şehrin taşıdığı anlam ve önemin dışavurumuydu. Geçen yüzyıllar içinde ismi İkonion’dan, İcconium, Tokonion, Conium, Conia, Konia ve nihayetinde bugünkü hali Konya’ya evrilerek son halini almıştır.

Ayrıca Türkler’in Anadolu’ya ayak basmasından kısa süre sonra Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından fethedilen Konya, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkıldığı 1308 yılına kadar başkentliğini yapmıştır.

Anadolu Selçukluları’nın başkenti olmasının yanı sıra döneminin bölgede bilim, sanat ve felsefe merkezi haline dönüşen Konya’nın yıldızı her geçen gün parlarken, Anadolu’dan ve Konya’dan çok uzaklarda, Afganistan’ın Horasan bölgesindeki Belh şehrinde 30 Eylül 1207’de fikirleri, felsefesi ve yaşamıyla bütün dünyanın tanıyacağı Mevlana dünyaya geliyordu. 

Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled, “Bilginlerin Sultanı” anlamına gelen “Sultanü’l Ulema” sıfatıyla onurlandırılmış, döneminin en saygın ilim ve düşünce adamlarından biriydi. Bahaeddin Veled yaklaşan Moğol istilası nedeniyle ailesini güvende tutabilmek için, Mevlana henüz ufacık çocukken Belh’ten ayrılmaya karar vermiş. 1212 ya da 1213’te başlayan bu göç yolu önce Nişabur, Bağdat ve Küfe üzerinden Hacca uzanmış, ardından Şam üzerinden Anadolu’ya geçerek Karaman’da sonlanmış. Bahaeddin Veled ve ailesi Karaman’da yedi yıl yaşamış ve Mevlana da ilk evliliğini Gevher Hatun ile 1225’te Karaman’da yapmış. Bu evlilikten Sultan Veled ve Alaeddin Çelebi adında iki oğlu olur Mevlana’nın.

Şeb-i Arus

Bahaeddin Veled’in öğretisinden ve ilminden etkilenen Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’ın Konya’ya yerleşmeleri için yaptığı ısrarlar sonucunda 1228’de Konya’ya taşınırlar. Böylece “İkonion” (Kutsal tasvir) ile Mevlana’nın yolları kesişmiş olur ve birbirleriyle özdeşleşirler. Mevlana ömrünün geri kalanında Konya’da yaşar. Mesnevi ve Fih-i Ma Fih eserlerini Konya’da kaleme alır. Şems-i Tebrizi ile birbirlerini Konya’da bulurlar ve kavuşmaları da hazin bir şekilde ayrılmaları da Konya’da olur. Ve Mevlana 17 Aralık 1273 Pazar günü Konya’da ölür. Ancak Mevlana öğretisine göre bu bir ölüm değil, yeniden doğuş, Yaradan’la kavuşmadır ve “Düğün Gecesi” anlamına gelen Şeb-i Arus olarak adlandırılıp, her sene 17 Aralık haftası Konya’da anma etkinlikleri, yani Şeb-i Arus törenleri düzenlenir.

Böyle bir tarih girizgahından sonra Konya gezimi, yaşadıklarımı ve bu gezinin bana hissettirdiklerini anlatmaya başlayabilirim sanırım.

 

Konya’ya Hoş Geldim

Konya’ya varmak üzereydim ancak epey de yorulmuştum. Tarihimizin en neşeli ve öğretici karakterlerinden Nasreddin Hoca’nın memleketi Akşehir’in çıkışında küçük bir kulübe bakkalın üstünde şatafatlı bir şekilde “Abdil Dinlenme Parkı” tabelasını görünce “hah tam Nasreddin Hocalık yer” deyip ileriden dönüp geri geldim. Gelen az sayıdaki müşterilerine bir sigara, belki üç beş kraker satıp, çay ikram etmek için sobasının başında nöbet tutan Abdil, Konya sınırları içinde tanıştığım ilk kişiydi ve yola çıktıktan sonraki ilk molamı burada verip, Abdil’in kahvesiyle uykumu kovaladıktan sonra para vermeyi başaramadığım Abdil’e hoşça kal deyip, son 90 km’yi de alt etmek için ha gayret dedim.

Karatay’daki Paşa Park Oteli’ne geldiğimde samimi bir ‘hoş geldiniz’ bekliyordu beni. Eski zamanlarda atıyla konaklayacağı hana gelmiş bir yolcu gibi hayal ettim kendimi. Otel, Karatay’ın tam merkezinde ve gitmek istediğim hemen her yere yürüme mesafesindeydi. Geldiğim ilk gece beni yalnız bırakmak istemeyen sevgili dostum Hasan Koyuncu otele gelip beni aldı ve Mevlana Caddesi’ndeki Konya Mutfağı’na götürdü. Konya’nın tarihi dokusuyla uyum içinde dekore edilmiş bu mekan, adeta Konya mutfağının tüm lezzetlerini konuklarına sunmaya hazır bekliyor gibiydi. Sipariş konusu Hasan Bey’deydi ve Cem Yılmaz’ın “everything little little into the middle”ı misali siparişi verdi. Bamya çorbası, furun kebabı, tirit, ekmek salması, sac arası ve un tatlısı höşmerimi geleneksel şerbet eşliğinde tadımlamak güzel bir yemek deneyimiydi.

Karnım da doyduğuna göre Hasan Bey’in beni mutlaka tanıştırmak istediği Kaşıkçı Mustafa Sami Onay Ağabey’i ziyaret zamanıydı. Anadolu’nun geleneksel zanaatlarından kaşıkçılığın Konya’daki son temsilcisiymiş Mustafa Ağabey. Kaşıkçılık deyip geçmeyin, “herkes kaşık yapar ama sapını ortalayamaz” diye bir deyim bile varmış. Kendisi aynı zamanda eski bir semazen ve Mevleviliği özümsemiş nadide kişilerden birisi. Bir hastalık sonucu bir bacağını kaybetmesine rağmen, gözlüklerinin ardından ışıyan inanç ve sevgi dolu bakışlarıyla ve büyük bir nezaketle karşıladı bizi Mevlana Kültür Merkezi’ndeki standında... Büyük bir keyif ve iştahla dinlediğim, bilgisi, birikimi ve çabasıyla her anlamda içinde bir cevher taşıyan Kaşıkçı Mustafa’yı sonraki iki günde de ziyaret ettim.

Düştüm Yollara Mevlana’yı Aramaya…

Cumartesi sabah erkenden kalkıp, otelde kahvaltımı yaptıktan sonra fotoğraf çantamı sırtlanıp düştüm yollara, Mevlana’yı aramaya. Kısa bir yürüyüşten sonra Mevlana türbesinin olduğu meydan görüş alanıma girdiğinde Selimiye Camii ve gül bahçenin içindeki Yeşil Türbe’nin birbirlerini tamamlayan güzel manzarası ve bu bütünlükten yayılan mistik atmosfer karşısında adımlarım yavaşlamıştı. Bir yandan bu mistisizme yavaştan teslim oluyor, diğer yandan çekeceğim fotoğrafların kadrajlarını gözümde canlandırıyordum. Ama sanırım bu sefer tarih, sanat ve tasavvuf felsefesinin biraz gölgesinde kalacaktı fotoğraf.

Acelem yoktu, yavaş yavaş, sindire sindire gezecektim. İlk önce 1780’lerde yapılmış ve binlerce cilt esere ev sahipliği yapan Yusuf Ağa Kütüphanesi’ne, ardından da etrafında dikkatle dolaştığım Mimar Sinan eserlerinden Selimiye Camii’ne girdim. Sabah erken vakit, daha tur otobüslerinin akına başlamadığı saatte olduğu için sakindi. Yapıların mimari özellikleriyle ilgili bilgi verecek yetkinlikte değilim ancak klasik Osmanlı ve Selçuklu mimarisinin güzel örnekleri olduğunu söyleyebilirim.

Müze bahçesinin kapısına doğru yürürken yanıma yaşlı bir dede yaklaştı. Başında hafif geriye doğru atılmış kasketinin altından bakan yorgun bakışlarla türbenin yerini sordu. “Gel dedem, ben de oraya gidiyorum, beraber gideriz” dedim. Alaeddin Dede’yle kısa süreli yol arkadaşlığımız böyle başladı. Ankara Beyşehir’den tek başına gelmiş türbeyi ziyarete. Girişin ücretsiz olduğu müzenin kapısından girdiğimizde ben fotoğraflamaya başlamıştım bile. Alaeddin Dede de “Ne çektin ben de bakayım” diye çocukça meraklanıyorduJ. Biraz beraber dolaştıktan sonra “Gel dedem sıcak bir şeyler içelim” dedim ve müze kafeteryasında çayla içimizi ısıttıktan sonra dolaşmaya devam ettik. Bu arada turlar yavaş yavaş geliyor, yerli yabancı pek çok insan adeta Pir’in “Gel, ne olursan ol, gel” sözüne uymuş, akıyordu türbeye. Tabi burada her tarihi yerde olduğu gibi ziyaretçilerin çoğunluğunun Uzak Doğulu turistler olduğunu belirtmeliyim. Adamlar deniz, kum, eğlence, miskinlik peşinde değil, nerede tarih, nerede sanat oraya koşuyorlar, bitmeyen enerjileri ve çıkardıkları tuhaf şaşkınlık ve hayranlık nidalarıyla... Alkışlar Uzak Doğu’ya!

O kalabalıkta biraz fotoğraf çekmeye dalınca Alaeddin Dede’yi kaybettim. Müzenin ve gül bahçenin her yerini dikkatle gezmeye devam ettim, nasıl olsa karşılaşırdık yine. Mevlevilikle ilgili her şeyin ayrı ayrı sergilendiği odalara girdim çıktım. Her bir odanın ayrı bir işlevi var. Balkanlar’dan Kıbrıs’a kadar açılan pek çok Mevlevi dergahı bulunmaktaymış. Bu dergahların amacı aşk, sevgi ve hoşgörüyü edeple içselleştirip, iyi bir insan olarak Yaradan yoluna girenlere ışık olmak diyebilirim. Aynı zamanda musiki, hat, ebru, şiir gibi sanatlara gösterdiği önemle, döneminin güzel sanatlar merkezi haline de dönüşmüş bu dergahlar.

Sıra Hz. Pir’in huzuruna çıkmaya gelmiş ve içeride tek sıra halinde devam eden kalabalığa eklenmiştim. Kimi sosyal medyadan canlı yayına geçmiş, kimi de yavaş yavaş ilerleyen kuyrukta bir yanda hızlıca fotoğraflar çekip, yukarı açılan ellerle dua ediyorlardı. Mevlana ve oğlu Sultan Veled’in sandukalarının önüne gelindiğinde ise yerli yabancı herkesin içine girdiği manevi hissiyat gözlerden belli oluyordu.

Dışarı çıktığımda meydanın bir köşesinde bekleyen Alaeddin Dede’yi gördüm. Yanına gittiğimde ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerle bakıyordu. “Dedem nerelerdeydin, girebildin mi türbeye?” dedim, “Dünya gözüyle gördüm ya…” dedi, devamını getiremedi. Sarıldık ve biraz daha sohbet ettikten sonra helalleşip vedalaştık.

Aslında belirlediğim programın epey gerisinde gidiyordum. Daha Şems’in Türbesi, Alaeddin Tepesi ve Anadolu’nun en eski kiliselerinden Aya Elenia Kilisesi’nin olduğu Sille vardı programda. Ama önce karnımı doyurmam ve biraz dinlenmem gerekiyordu. Konya’da etli ekmeği en iyi yapan yerin Bolu Lokantası olduğunu söylemişti Hasan Bey. Adının Bolu olduğuna bakmayın, çok eski bir yermiş ve gerçekten etli ekmeğin hakkını veren salaş, kalabalık ve temiz bir yer.

5 Bin Yıllık Tarihi Yerleşim Yeri Sille

Saat epey ilerlediği ve gün batmadan mutlaka Sille’yi görmek istediğim için programı değiştirdim ve merkezdeki yerleri pazar gününe bırakıp, yaklaşık 10 km mesafedeki Sille’ye doğru yola çıktım. Daha akşam 20.00’daki Ayin-i Şerif’i izleyecektim. Sille’nin girişinde beni bekleyen Hasan Bey, Selçuklu Belediyesi’nin başta kilise olmak üzere yaptığı restorasyon ve düzenlemelerle Sille’yi yeniden canlandırdığını ve üretilen projelerle Sille halkına turizm işletmeciliği kapısını açtığını anlattı. Bu güzel dosta ayırdığı zaman, misafirperverliği, yardımları ve konuya son derece hakim olarak şehrini tanıtması dolayısıyla ne kadar teşekkür etsem azdır.

Sille’nin girişindeki eski Ak Hamam, biraz ilerleyince sağ tarafta yukarıda yapılmış ve karşıdaki ikisi kilise olan onlarca mağaranın bulunduğu tepeye bakan kültür merkezi, Şirince gibi Ege köylerinden farksız otantik kafelerle, el işi hediyelik stantlarıyla ve tabi ki kafanızı çevirdiğinizde Aya Elenia’nın arkasından batan güneş ile buraya birkaç saatin yetmeyeceğini, belki de birkaç gün ayırmak gerektiğini söylüyordu. Bu arada hem Sille’de hem de Konya’da sokakların temizliği ve düzeni bir Avrupa şehrini aratmayacak nitelikteydi.

Ayin-i Şerif

Güneşi sonuna kadar Sille’de batırdıktan sonra Ayin-i Şerif’i izlemek için yola koyulma vaktiydi. Yaklaşık bir saat öncesinde kültür merkezindeydim ve güvenlik kapısından geçtikten sonra biletimi gösterip salona girdim. Daha henüz boş sayılırdı salon. Fotoğraf için uygun yeri belirleyebilmek ve biraz da Mevlevi kıyafetler içindeki yer göstericilerle sohbet için güzel bir zamandı. Son derece güler yüzlü olan bu arkadaşlardan hem tören akışı ve içeriğiyle ilgili bilgi hem de herkes geldikten sonra fotoğraf için daha iyi bir yer konusunda yardımcı olma sözü alıyordum. Açılış konuşmalarının ve sunumların ardından Ahmet Özhan’ın ilahileri salonu sarmaya başladığında, görevli arkadaş da beni önden üçüncü sıraya davet ediyordu. Zaten her an yeni yerime taşınmaya hazır beklediğim için hemen hoop geçiverdim yeni koltuğuma mutlulukla.

Yeni yerimde sahneye biraz daha yaklaşırken, Ahmet Özhan “ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün” diyordu Mevlana’dan. Bu arada hemen sahne önündeki, etkinlik fotoğrafçısı olduğunu tahmin ettiğim 5-6 fotoğrafçı dikkatimi çekmiş ve acaba bir şekilde sahne önüne geçebilir miyim kaşıntım tutmaya başlamıştı. Biraz bekledikten sonra görevli gencin yanına gidip aşağı inip inemeyeceğimi sordum ve bana verdiği “sahneye girmediğim sürece istediğim yerden çekebileceğim” cevabıyla, sessizce kıvrılarak sahne önüne geçip konumlanıp sema gösterisini beklemeye başladım.

Ve sonunda beklenen an geldi. Baş semazenin semahaneden içeri girip sağ tarafa post sermesiyle deklanşöre seri bir şekilde basmaya başlamıştım. Sonradan kendi kendime “sakin ol Ali” deyip frene bastım birazcık. Ardından siyah hırkaların içindeki sema ekibi usulca yerini aldı ve nefsi temsil eden kara hırkalarını çıkarttıktan sonra bembeyaz kıyafetleriyle semaya hazırdılar. Her dönüşün rüzgarını hissedecek kadar yakınlarında olmak, sadece fotoğraf açısından değil, başlı başına çok önemli bir deneyimdi. Ve ben o anları farklı tekniklerle fotoğraflıyordum, duyguyu ıskalamamaya da çalışarak… Yaklaşık bir buçuk saat süren gösterinin ardından, tavşan deliğinden düşmüş Alice gibi hissediyordum. Şaşkın, huzurlu, mutlu, coşkulu ve heyecanlı…

Konya’nın benim için hazırladığı sürprizler henüz bitmemişti. Bundan habersiz otele geçip, dinlenmem gerekiyordu son günüm için.

Konya’daki son günümün sabahına, ilk iki günün yorgunluğuyla biraz zorlanarak uyanıp, kahvaltımı yaptıktan sonra otelden ayrıldım. Eksik kalmış ve görmek istediğim daha pek çok yer olmasına rağmen, baktım yine Mevlana Türbesi’ne doğru gidiyorum.

Son Gün Planları

Konya’ya gelmeden bir hafta önce İzmir’de, İZKAM (Naz Makamında Aşk- İzmir Kadim Kültürünü Araştırma Merkezi) tarafından düzenlenen sema törenine gitmiştim. Hem ilk defa bir sema töreni izlemiş hem de Fotoğraf Sanatçısı Didem Aracagök ve Ressam Tülay Kırşan Türkmenoğlu hanımefendilerle tanışmıştım. Konya’ya gelmeden önce de kendilerinden bilgi almıştım ve Tülay Hanım özellikle Uluslararası Mevlana Vakfı’nı ve Nadir Dede’yi ziyaret etmemi tavsiye etmişti. İşte son günümde hem vakfa gidecek hem de dedeyi görecektim. Türbenin civarlarında fotoğraflayarak yürümeye devam ediyordum. Yukarı, yavaştan Bedesten’e doğru salındım. Şems Camii ve Türbesi’ni, Aziziye ve Kapı Camileri’ni görecek, en sona da Alaeddin Tepesi’ni ve İnce Minare’yi bırakacaktım. Saat 14.00 gibi yola çıksam iyi olur diye düşünüyordum. Zira iki gündür bahardan yürüyen hava, kararıp yoğunlaşmaya başlayan bulutlara bakılırsa her an fırtınayla kışa dönebilirdi ve önümdeki 8 saatlik yolculuğu benim için oldukça zorlaştırabilirdi.

Şems’in türbesine geldiğimde öğle namazı kılınmaktaydı içerde. Namaz bitiminde görevlinin içeri girebileceğimizi söylemesiyle, bekleyen kalabalıkla birlikte içeri girdim. Mevlana’nın içsel dünyasında çok önemli bir yere sahip olan bu değerli şahsiyetin daha yaşarken maruz kaldığı haksızlıklar, günümüzde yerini büyük bir saygıya ve anlama çabasına bırakmış durumda. Belki Mevlana ve Şems’in dostluğunu ve içlerindeki aşkı ve sevgiyi azıcık bile anlayabilmemiz, bu dünyayı olduğundan çok daha güzel ve yaşanabilir kılacaktır. Benim de kişisel yolculuğumda bu iki büyük şahsiyeti anlama çabasının önemli bir yer tutacağını belirtmeliyim.

Tarihi Bedesten, Aziziye Camii, Kapı Camii derken zaman hızla akmıştı yine. Artık yavaştan çıkma vaktiydi dönüş yoluna ama öncesinde şansımı bir kez daha deneyip Uluslararası Mevlana Vakfı’na gidip Nadir Dede’yi görmeye çalışacaktım. Mevlana civarındaki pek çok noktaya yerleştirilmiş, üniversite öğrencisi gençlerin yardımcı olmak için beklediği, “ask me” yazılı standıma uğradım yine, belki de 35. defa😊. İki gündür her soruma sabırla ve güler yüzle cevap verip yardımcı olmaya çalışan genç kızlarımız yine oradaydı ve vakfın geride kaldığını söylediler. Nasılsa yürüme konusunda epey pratiklik kazanmıştım bu iki günde ve ayaklarım isyandan, sessiz kabullenişe geçmişti bu keyifli koşturmacayı...

Sonunda vakıf binasına gelip içeri girdim ve açık olduğunu gördüğüm ilk kapıyı çalıp, kafamı içeri doğru uzattım. Karşımda, bir hafta önce İzmir’deki törende açılış konuşmasını yapan, Mevlana’nın 22. kuşak torunu ve Uluslararası Mevlana Vakfı Başkanvekili Esin Çelebi Bayru hanımefendi vardı. O şaşkınlık ve sevinçle “Esin Hanım merhaba, ben Ali” diyebildim. Başını kaldırdı ve gülümseyerek sımsıcak bir “hoş geldiniz” dedi bana ve beni içeri davet etti. O anki heyecanımı anlatamam size… Sırt çantamı kenara bırakıp Esin Hanım’ın masasının önündeki koltuğa oturdum ve kendimi yeniden ve biraz daha detaylı tanıttım. Böylece hoş sohbetimiz başlamış oldu. Modern bir Cumhuriyet kadını olan Esin Çelebi Bayru, iki kız ve üç torun sahibiymiş aynı zamanda (bu bilgi internettendir) ve 2007 yılının UNESCO tarafından Mevlana yılı olarak ilan edilmesinde çok büyük katkı sağlamışlar vakıfla beraber. Odada iki hanım daha vardı. Bir tanesi Esin Hanım’ın çok eski bir dostu olan Yasemin Hanım’dı. Onların da katılımıyla sohbet daha da koyulaşıyordu. Çektiğim fotoğrafları gösterdiğimde çok beğendiğini söyledi Esin Hanım ve hemen yan odada bulunan Ressam Nilgün Hanım’ın görmek isteyeceğini düşünerek kendisine haber verdi. Nilgün Hanım da çok sıcak karşıladı ve fotoğrafları çok beğendiğini hatta resimlerini yapmak istediğini söyledi. Allah’ım rüya mıydı bu? Bir yanda, zaman zaman, zarafeti ve naifliği karşısında hayranlıkla bakan gözlerimi kendisinden alamadığım Esin Çelebi, diğer yanda fotoğraflarımı çok beğenip resimlerini yapmak isteyen Nilgün Hanım… İçimde kelebek, arı, börtü böcek ne varsa uçuşuyordu çılgın gibi. Esin Hanım’ın takdir edersiniz ki böylesi bir dönemde oldukça fazla ziyaretçisi geliyordu. Bir ara yolda karşılaştığım iki genç neyzen de gelmişlerdi ve Esin Çelebi’ye neylerinden çıkacak musikiyi dinletmek istiyorlardı.

Başka bir odaya geçilirken Esin Hanım beni de davet etti. “Vooouw Esin Çelebi ile ney dinleyeceğim” diye hoplaya zıplaya geçtim salona arkalarından. Tabi hoplayıp zıplama kısmını içimden yaptım. Ney faslından sonra Nilgün Hanım’ın odasına geçtim ve fotoğraf ve resim üzerine sohbete daldık. O esnada yemek saati gelmişti ve bana da yemek ikram ettiler. Yemeğin bitimiyle beraber Nadir Dede de geldi vakfa… Nadir Dede’yle de kısa süreli de olsa sohbet etme şansım oldu. Zira onun da epey ziyaretçisi vardı ve ben de bir dedeyle ne konuşulur, ne sorulur bilmiyordum.

Veda Zamanı

Zamanın nasıl geçtiğini yine anlamamıştım ve nerdeyse 4’e gelmişti saat. Bu çok kıymetli ve güzel insanlarla vedalaşıp, kendi kendime konuşa konuşa yürümeye başladım kültür merkezine doğru. Kaşıkçı Mustafa’ya anlatmam gerekiyordu. Kültür merkezine geldiğimde bir baktım sema gösterisi başlamak üzereymiş. Bugün için biletim yoktu ama yine de görevliye girebilir miyim diye sorduğumda “tabi buyurun” cevabıyla içeri koşarak daldım. Görevli başka bir gence de boş yer var mı diye sordum ve bana en öndeki boş koltuğu gösterdi. Bu nasıl şanstı böyle. Birazdan sema başlayacaktı ve ben kameramı kontrol ettikten sonra yine aşağı sahne önüne inmeye hazırdım. Bir gün öncesine göre biraz daha deneyimliydim ve açıkçası daha iyi kareler yakalayabildim diye düşünüyorum. Gösteri sonunda Mustafa Ağabey ile de vedalaşıp yola çıkabilirdim artık.

Kendi adıma, bu gezinin benim için çok anlamlı ve kıymetli deneyimlerle dolu olduğunu söyleyebilirim. Her birimizin ilerlediği yollarda en sonunda “Hamdım, piştim, yandım” diyebilmesi dileğiyle sevgiyle kalın.

Yazdır e-Posta