Fotoğrafta 65 Yıl: İzzet Keribar
Türkiye’deki fotoğrafçıların Benjamin Button’ı desek herhalde hiç yanlış olmaz İzzet Hoca için. Kendisi 1936 doğumlu ama sohbet ederken karşınızdaki beyefendi sanırsınız 35 yaşında.
Çok dinamik, aynı zamanda kibar… Tecrübeleri ile karşısındaki kişiyi aydınlatmak için can atıyor. 65 yıllık deneyimle konuşuyor. Ulusal ve uluslararası birçok yarışmadan ödülle dönmüş. Acaba ne diyecek diye bekliyorsunuz. Aranızda tanıyanlarınız tabi ki var ama tanıyan tanımayan herkes bu röportajda onunla ilgili çok şey bulacak.
Röportaj: Nihan Özgen
Asistan: Buse Kaptanoğlu Bozkurt
İzzet Keribar’ı genç kesimlere aktarabilmek adına biraz tanıyabilir miyiz?
Aslında ben dünyaya şanslı geldiğime inananlardanım. Biliyorsunuz insanlar doğacağı ülkeyi ve şehri seçemez. Taksim - İstanbul’da doğdum ve varlıklı bir ailede büyüdüm. En büyük şansım ise benden sekiz yaş büyük olan abimdi. Kısa zaman içinde onun yaptıklarını taklit ederdim. Her şey taklitle başlar zaten. Herhangi bir sanatçı önce taklitle başlamaz mı? Ben de onu örnek alırdım.
Birçok şeyin dışında bunların yanı sıra 15, 16 yaşında fotoğrafa başlamış oldum. Kısa zaman içinde abim ve ben sokağa çıktık. O senelerde gençler İstanbul’u bilmezdi. Abim sayesinde Osmanbey, Taksim, Topkapı Müzesi, Karaköy, Cağaloğlu, surlar ve İstanbul’un binlerce sokağını abimle beraber hem gezdik hem de her yerin fotoğrafını çektik.
Bu sırada okul durumu nasıldı?
Liseyi bitirdim ve üniversiteye gitmedim. Liseyi bitirdikten üç sene sonra Kore’ye tercüman asker olarak gittim. Türk Tugayı, Amerika 8. Ordu’ya ve 1. Kolordu’ya bağlı olan 7. Tugay’daydım ben. Tabi makinemi aldım. O zaman Leica’m vardı. On dört ay Kore’de kaldım ve bunun yirmi günü gitmekle, yirmi iki günü ise dönmekle geçti. O dönemler gemilerle gidiliyordu, bugünkü gibi bir günde uçakla gidilmiyordu. Bu benim için çok önemli bir tecrübe oldu. Hem fotoğraf çektim hem beğeni kazandım hem kendimi sevdirdim hem de fotoğraf çektirmeyi sevdirdim. Maskot gibi bir şey oldum. İnsanlar, “Bize de göster nasıl çekiyorsun” diyordu. Tabi bu anlattığım elli - altmış sene önce. Sonra Kore’den döndüm. Tabi oradan gelenler kahraman gibi karşılanıyor. 20’li yaşlarda olunca etrafınızda kızlar vs. dertler farklı oluyor. 22 yaşımda eşimle nişanlandım ve evlendik. Yuva kurmak, iş kurmak ve çocuk sahibi olmak derken fotoğrafa bir süre ara verdim.
Fotoğrafa tekrar dönüşünüz ne zaman oldu?
1980 yılında fotoğrafı oğluma öğretmeye çalışırken İFSAK’a üye oldum ve birdenbire o eski merakım alevlendi. Ama arada çok başka hobilerim de oldu: Antika ile uğraştım, müzik ile uğraştım, pulculuk yaptım. 1980 yılında tüm bunlar biraz geriye gitti, fotoğraf tekrardan devreye girdi. Devreye girince ne yaparsınız? İFSAK’a gidersiniz. Aradan on beş, yirmi sene geçtiği için nelerin değiştiğini anladım. Eskiden iyi fotoğrafçıyım dediğinizi hatırlayıp, yirmi yıl sonra o kadar da iyi olmadığınızı anlıyorsunuz. Çünkü sadece çekerek gerçek fotoğrafçı olunmuyor ki! Biraz görerek, anlayarak, okuyarak, takip ederek ve başkalarının fotoğraflarını izleyerek fotoğrafçı olunuyor. Kendi tarzınızı bulmanız için bunlar gerekiyor.
Kısa zamanda yarışmalara girmeye başladım ve birçok arkadaş edindim. FOG grubunu kurduk. Ulusal yarışmalar, uluslararası yarışmalar, haftalık yarışmalar derken 1985’te AFIAP oldum, 1988’de EFIAP oldum. Birçok yarışmada ödül alınca, adım biraz duyulmaya başladı. 50 yaşıma yaklaşmıştım.
Peki, geçiminizi fotoğrafla mı sağlıyordunuz?
Hayır, benim işim o zamanlarda tekstildi ve tekstil işi riskli bir iştir. Hani derler ya, ya batar ya çıkar. 1987 yılında kayınpederimi kaybettik ve onun tekstil fabrikası da bize kaldı. O fabrikada da yüz elli işçi vardı. Tekstil işi mimli olduğu için sürekli maliye ile uğraşıyorsunuz, karşılıksız çekler çıkıyor… Ama büyük bir enerji ile iyi ki ben o yıllarda fotoğrafı bırakmadım. Bu hengâme 1997’ye kadar devam etti. 97 yılında büyük bir kriz… Bu nedenle bütün tekstilciler kapatmak zorunda kaldı. Devam edenler battı. 1997’de işsiz kaldım ben. Ama borçlu kalmadım. Tek varlığım evim, arabam ve fotoğraflarımdı.
Ve sanırım fotoğrafçılığa profesyonel olarak başladınız…
Evet, o günlerde profesyonel fotoğrafçı olmaya karar verdim. Çok kısa bir zamanda inanılmaz bir portfolyo elde ettim. Oteller, alışveriş merkezleri, fabrikalar, tatil merkezleri, koleksiyoncuların fotoğraflarını çektim. O kadar işimiz vardı ki 10 sene boyunca aynı şekilde devam ettik. Şu anda da aynı ekip devam ediyoruz. Her işi faturalı çalıştık, hatta tebrik bile geldi maliyeden!
Tabi bu arada dijitale geçiş yaşandı. O dönem sizin tavrınız ne oldu?
Biz çok çabuk geçtik dijitale. Benim jenerasyonum fotoğrafçılardan çok direnen oldu. Ve hala da geçemeyenler var ama maalesef çok geri kaldılar.
Birçok tesadüften sonra bu işin, geleceğin işi olduğuna inanmaya başladım. 2004’e kadar hala Dia makinası kolumda asılıyken, 2004 yılının ortalarına doğru dijital fotoğraf makinesi kullanmaya başladım. Photoshop’u çok iyi öğrendim.
Bu değişimi genel olarak nasıl yorumluyorsunuz?
Aslında her şey kolaylaştı gibi görünse de fotoğraftan para kazanmak zorlaştı. Türkiye’de 1980 yılında 100 tane fotoğrafçı varken, bugün 100 bin fotoğrafçı var diyebilirsiniz. Ama içlerinde çok kaliteli insanlar var.
Fotoğrafçılıkta 65 yılınızı doldurdunuz bu yıl. Dönüp baktığınızda sizi en mutlu eden şey ne?
Çok mutluyum çünkü çok büyük arkadaşlıklarımız var. Her yerde sempati ve itibar görüyorum. Fotoğrafçılık sayesinde her yere davet ediliyorum. Ankara’ya Külliye’ye davet ediliyorum her sene. Neden? Beni çok mu seviyorlar? Hayır, fotoğrafçılık sayesinde… 2011’de Kültür Bakanlığı’ndan aldığım Büyük Sanat Ödülü sayesinde… O ödülü bu ülkede dört fotoğrafçı aldı. Biri benim. Biri Ara Güler. Diğer ikisi (Sabit Kalfagil ve Sıtkı Fırat) maalesef artık aramızda değil.
Aldığınız ödüllerden de bahsetmek isteriz.
Ödüllerden bahsetmeyi sevmem ama madem konu açtınız, gençlere tavsiye vermek isterim. Yarışmalara girmelerinden yanayım. Mutlaka yarışmalara girin, sergi açın. Başta hiçbir şey yapamayacağınıza inanıyorsanız bile devam edin ve sakın yarım bırakmayın. Hepimiz o yollardan geçtik. Başlarda biz de üzülüyorduk. Yarışmalardan boş dönseniz de hatalarınıza üzüleceğinize kendinizi düzeltmek için bundan istifade edin.
Tavsiyeleriniz için okurlarımız adına çok teşekkür ederiz Hocam. Bahsetmek istemiyorsunuz ama National Geographic ödülünü sormadan geçemeyeceğim. Nasıl aldınız haberi?
Telefon edip “Do you speak English?” diye Washington’dan aradıklarında, “We have good news for you” dediler… Yani “Sizin için iyi haberlerimiz var. 15 bin fotoğraf arasında 2.’liği kazandığınız ve Hawaii’ye gidiyorsunuz.”. Tabi ki bu her gün olmayan bir şey değil mi? Ya da Bakan Ertuğrul Günay telefon açıyor ve “Hocam” diye konuşuyor. Bunlar unutulmayacak şeyler.
Arşivinizde kim bilir neler var…
Tabi bu kadar yıl fotoğrafla uğraşan biri büyük bir arşiv hazırlar. Şu anda en iyi arşivlerden birini oluşturduk ve aradığımızı yüzde 99 bulabiliyoruz. Klasörler çok güzel indekslenmiş durumda. Bu arada 2002’den sonra orta formata geçtiğimi söylemiş miydim?
Hayır bahsetmedik…
1990’lardan sonra gittikçe profesyonele giden yolda orta formata geçtim. Belimin ağrısı da belki ondan oluyor. Çünkü orta format makineler oldukça ağır, 10 kilo çantası zaten... Bazen üç makineyle birlikte çıktığımı hatırlıyorum, bir de tripod…
Her gün fotoğraf çeker misiniz?
1980’lerden bu yana neredeyse 40 sene olacak ve hiç ara vermedim. Her gün fotoğraf çekiyorum. Bugün de dün de çektim. Urfa’dan Mardin’e, Mardin’den Malatya’ya gittim. Bu hafta Adana’ya gidiyorum. Adana’dan önce Toroslar’a gidiyoruz. Adana’da Arbella’yı ziyaret edeceğiz, Türkiye’de önemli bir makarna firması ve yarışma yapıyor. 4 branşta, 3 gün jüri olacağız.
Jüride fotoğraf seçerken öncelikle neye bakıyorsunuz?
Seçmeyi anlatmadan önce bir şey söylemek istiyorum. Fotoğraf çekerken ne için çektiğimi bir defa bilmem lazım. Çok ilginç bir şey söyleyeyim. Siz deklanşöre bastığınız zaman bir şey çıkıyor ama o fotoğraf olmuyor, fotokopi oluyor. Bir yerin fotokopisini almış oluyorsunuz.
Fotoğraf olması için beyninizde bir şeylerin kımıldaması lazım, hissetmeniz lazım ve ben bir şeyleri hissettiğim için anlatmakta güçlük çekmiyorum. Zaten beni izleyenler fotoğraf çekerken hızlandığımı söylüyorlar. Daha hızlı yürüyorum, hareketlerim hızlanıyor… İnsan çekeceksem mutlaka geri planı oluşturuyorum, acaba gerisinde ne var, ışık nereden geliyor? Jürideyken gördüğüm bir fotoğrafın bende böyle bir etki bırakması lazım.
Tabi klasik şeyler de var. Ters ışıklar, doğru grafikler, güzel çizgiler fakat unutulmayacak bir fotoğraf olmalı. Herkes aynı fikirde olmayabilir. Dolasıyla jüride biliyorsunuz çoğunluk konuşuyor. Siz fotoğrafı çok beğenebilirsiniz ama başkasında o kadar etki bırakmayabilir. Ben o fotoğrafa 10 diyebilirim, Melih 5 diyebilir, Kurtuluş Bey 2 diyebilir. Tabi turlar var. 1. tur, 2. tur, 3. turdan sonra en iyiler kalıyor.
Gençlere fotoğrafla ilgili başka ne gibi tavsiyeleriniz olabilir?
Proje yapmalarını öneririm. En güzel şey projedir. Herhangi bir şey olabilir ama öyle sadece sokağa gidip değil, bir konsept ile birlikte yapmalılar. Kendilerini kaptırdıkları zaman, bir – iki gün değil, bir sene çalışmaları gerekiyor. Ben çok fazla proje yapmadım ama çok fotoğraflar çektiğim için aralarından bazıları sonradan proje oldu. Bazı fotoğraflarım için “Aaa bu İzzet Keribar fotoğrafı” deniliyor. Tanınmış fotoğraf haline gelenler var.
Bir şey daha var söylemek istediğim… Ben bildiklerimi aktarıyorum. Fotoğrafçılar beni seviyor, gençlerin beni örnek aldıklarını hissediyorum. Çünkü hepsiyle ilgileniyorum. İcabında gelip burada bir sorunları varsa bilgisayardan hallediyorum ve yardımcı oluyorum. Bütün bildiğim numaraları aktarıyorum. Ters ışıklar nasıl halledilir, diyafram mı, manuel mi, flash mı… Ders olmasa dahi kendilerine karşılık beklemeden anlatıyorum. Yani bana ulaşmak isteyene kapım her zaman açık.
Photoshop’u iyi biliyorum demiştiniz. Sizce bir fotoğrafta yapılmaması gereken nedir?
Bunun cevabı kesinlikle kötü Photoshop. Her fotoğraf Photoshop gerektirir. Yeni bir gömlek aldınız ama ütüsü yok! Hakikaten her fotoğraf ama bir dakika ama on dakika Photoshop’tan geçmeli. Bakıyorum Instagram’da çok az fotoğraf layıkıyla, rengiyle, Photoshop’uyla, netliğiyle, kadrajıyla ve kompozisyonuyla dört dörtlük. En güzel şey her zaman sizin çekmiş olduğunuz bir fotoğrafın hatırlanması. Hatırlanması için çeşitli şeyler gerekiyor. Bir defa kendi tarzınızı oluşturmanız lazım.
Sizin geometrik bir tarzınız var mesela…
Evet, geometrik görüntüleri severim. Ama bir şey daha var benim tarzımda… Bütün arka plan ve ön planlarım birbiriyle ilişkili. İki noktayı birbirleriyle ilişkilendiriyorum, eğer ilişkilendiremiyorsam arkayı flulaştırıyorum. Alan derinliği için diyafram öncelikli çekim yaparım. Şimdi bakıyorum benim yaşlarımdakilere, birçoğu otomatik çekiyor, makine ne verirse... Tabi bir şey diyemiyorum. Ben otomatik de çekmiyorum, manuel de çekmiyorum. Bakın manuel ile ancak bazı hallerde ve gerektiği zaman kendi tecrübeme güvenerek çekiyorum. Daha çok stüdyo fotoğraflarında manuel çekim yapıyorum.
Fotoğraf çekimlerinizdeki tercihlerinizi biraz daha açar mısınız?
Önceki gün Malatya’ya gittim. Beni davet eden de Yılmaz Bey ve İnan Bey, iki kişiydi. Onlar da Malatya’da fotoğraf kulüp başkanı ve yardımcı başkanı. Öyle davetler geldiği zaman ben genelde kabul ediyorum. Tamamen Türkiye’de fotoğrafın gelişmesi için yapılan işlerdir bunlar. Oraya gider gitmez dedim ki yarın sabah beraber çıkacağız. 10 - 15 kişi kadın ve erkek olmak üzere çekim yapmaya çıktık. Bir baktım hepsinin makinesi manuel olarak ayarlanmış. Neden diye sorduğumda hocalarının böyle öğrettiğini söylediler. Peki, öğretti de ben size neden manuel’i tutmadığımı anlatayım. Manuel, hiç fotoğraftan anlamayan birisini o işten soğutur. Benim düşüncem bu. Yaptığı hatalardan dolayı fotoğrafı bırakabilir. Kaldı ki orada teknik ayarı yapana kadar otofokusu ayarlayacak, diyaframı yapacak ve enstantaneyi ayarlayacak. Çok fazla değişken var. Bunları bilinçli olarak yapması gerekiyor. Çektiğim model kımıldıyor mu kımıldamıyor mu? Ben kımıldar mıyım? Tüm bunların yanı sıra ters ışık olayı, artı eksi telafiler, poz telafisi var. Benim en azından derslerimde ilk öğrettiğim şeylerden bir tanesi bu.
Bir de kompozisyon çok önemlidir. Bir fotoğrafı çekmek için ışık önemli fakat deklanşöre basma anı da en az onun kadar önemli. O yüzden ben diyorum ki gelin arkadaşlar hem diyaframı bir daha gözden geçirelim hem poz telafisinin ne olduğunu hepimiz anlayalım. Eğer makinenizde flash varsa, dolgu flash’ın ne olduğunu ben size kısaca anlatayım. Yarı otomatik ayarlıyoruz makinelerimizi (yani diyafram öncelikli). Ama bilin ki limitiniz var: 1/60, 1/125 gibi… Ve makineyi sallamam diye kendinizi inandırmayın. Bal gibi de sallarsınız. Kendilerine böyle teknik bilgiler veriyorum. Harıl harıl not alıyorlar. Sonra uygularlar mı, bilemiyorum. Tabi ki onlara daha sonra örneklerle gösteri de yapıyorum.
Mobil fotoğrafçılığa nasıl bakıyorsunuz?
Telefon fotoğrafçılığının pratik olduğunu düşünüyorum. Çünkü hepimiz ya Instagram ya hatıra fotoğrafı ya da selfie çekiyoruz. Selfie başlı başına bir hastalık oldu. Hatta bir karikatür var, bir timsah bir adamı yutuyor ve adamın sadece eli dışarıda, hala selfie çekmeye çalışıyor. Aşağı yukarı bu durumdayız. Biliyorsunuz uçurumdan yuvarlananlar, selfie çekeceğim diye kaza yapanlar... Ben hayatım boyunca bir kere kendimi çekmedim.
Bu arada mobil fotoğrafçılık çok kullanışlı ve yüz binlere ulaşabiliyor. 3 - 5 sene içinde sosyal medyada paylaşımlarla birlikte mobil fotoğrafçılık çok gelişti. Hepsi fotoğrafçı olmayacak ama istatistik olarak denklem kuracak olursanız fotoğrafçılık sektörü eskiye göre daha da yaygınlaşmaktadır.
Cep telefonuyla çekilen fotoğrafın sanatsal değeri var mıdır?
Ne ile çekildiğinin önemi yok. Bal gibi sanatsal değeri olur. Çok güzel olur hatta. Mesela ben geçen gün cep telefonuyla fotoğraf çektim, iki taksici konuşurken. Bence çok güzel ve her şeyi anlatan bir fotoğraf oldu hatta internette de paylaştım. Bir kere de iki siyahi birbirini çekerken onları fotoğrafladım. Fotoğrafta eskiden konuştuğumuz en önemli nokta fotoğrafın net olması ve ışığın patlak olmamasıydı. “Üçte bir altın orana dikkat ettin mi? Geri plan tamamen uyumsuz. Bu kompozisyon olmamış, adam dışarı çıkıyor fotoğraftan ve yamuk.” gibi sözler söylenirdi. Artık bunlar değişti, modern müzik gibi.
Ben iyi bir klasik müzik dinleyicisiyim. Şimdi her şey değişiyor, sanat da değişiyor ve eskiden alıştığımız kriterle alakası kalmıyor. Biz şimdi demode kaldık, dinozor kaldık. Bizim beğeni kriterlerimiz gençlerinkine uymayabiliyor. Mesela bakıyorum Instagram’a anormal renklerde fotoğraflar koyuyorlar. Kırmızılar, maviler… Demek ki beğeni kazanıyorlar ve yüzlerce like alıyor o fotoğraflar. Benim tarzım değil, o renklerden hoşlanmıyorum ve fotoğraflarımda o renkleri göremezsiniz. Hatta bazen fotoğrafları bilgisayara atıyorum ve ben bu rengi nasıl böyle bırakmışım diyorum. Yani bir kere bakmak yetmiyor, çünkü beyin ve göz alışıyor ve o kırmızıyı ne kadar natürel renkte bıraktığınızı anlamıyorsunuz ama ikinci defada hemen hatanızı düzeltiyorsunuz.
Türkiye’deki fotoğrafçılığı nasıl buluyorsunuz ve nereye doğru gidiyor?
Son yıllarda telefonlardan yola çıkarak fotoğrafa başlayanlar genel sayıyı artırdığı için, Türkiye’de fotoğrafçıların sayısı oldukça iyi. Genellikle yarışmalarda jüri olarak bulunduğum için görüyorum ve “Nereden çıktı bu adam, kim bu” diyorum. Fotoğrafları da oldukça iyi. Ben bu kişileri gördüğüm zaman onlara telefon açıyorum. O kadar seviniyorlar ki! “Fotoğraflarınızı çok beğendim, sonuna kadar fotoğraflarınızı destekleyenlerden biriydim ve sizi tanımak, kutlamak istiyorum” dediğimde bunu hayatları boyunca unutamazlar. Bunu herkes yapmıyor çünkü. Bu arada bu görüşmeleri yarışma sonuçlandıktan sonra yapıyorum.
Mesela Arbella yarışma jürisinde olacağız ve muhtemelen binlerce uluslararası fotoğraf gelecek. Vietnam, Bangladeş çok da duyulmayan ülkeler. Çin, Hindistan, İran gelecek. Bütün iyi fotoğraflar da oralardan olacak. Bu ülkelerde de fotoğraf o kadar gelişti ki biz Türkiye fotoğrafçılığı için onlarla yarışmak istiyoruz. Ama eskiden neydi? Köy evine gidiyorsunuz, adamı bir yere oturtuyorsunuz, kadın bir yerde, çocuk ortada, sepet, yukardan gelen bir ışık falan… Artık dünya fotoğrafı bunları aştı. Artık yeni fotoğraflar öyle değil. Beğenin ya da beğenmeyin.
Sizce bir fotoğrafta mesaj kaygısı olmalı mı?
Hem de nasıl! Hatırlanacak bir fotoğraf olması lazım. İnsanın o fotoğrafı gördüğü zaman heyecan duyması ve fotoğrafın hikaye anlatması lazım. Siz ona baktığınız zaman, beyninizde bir hikaye oluşturması lazım ki o zaman akılda kalmasını sağlayabilirsiniz. Gidip bir günbatımı çekmekle bitmiyor o iş yani.
Mesela şu kırmızı rulonun altındaki adamın fotoğrafı?
O geçen sene Fransa’da açtığım serginin posteriydi. Güney Fransa’da müzede bir sergi açtık ve onu kullandılar.
Benim için görsel olarak müthiş. Sizin için?
Akılda kalıyor. Önemli olan da akılda kalmasıdır. Mesela kırmızı tablo ve önünde duran iki kişi. Roma’da ünlü bir tablo ve Roma’da çekilen bir şey. Anormal bir beğeni kazanıyor. Ben bunu çekerken bu kadar ilgi alacağını tahmin etmiyordum. Hatta bunu bir buçuk - iki metre kadar büyüttük. 5 adet yaptık ve satıldı. Şimdi artık o boyda satamıyorum çünkü söz verdik. Koleksiyoncular aldılar, müzayede de satıldı.
Kaç ülke gezdiniz?
70 – 80 kadar ülke gezdim, tabi bazılarına defalarca gittim. Fransa, Almanya, Amerika, İtalya, İsviçre, Yunanistan’a çok gittim. Hafızam çok iyi, bir fotoğrafı nerede çektiğimiz hemen hatırlarım. İlginç bir şey daha söyleyeyim: Mesela 1989 ne ifade eder diye sorduğumda, “Fas” diyorum. Peki, 1992 ne ifade eder? İki tane şey var, hem Bali’ye gittik hem de Hawaii’ye... Kafamdaki her şey yıllarla endekslidir.
Gezdiğiniz ülkeler içerisinde en iyi fotoğraf verdiğini düşündüğünüz ülke ya da şehir hangisi?
Çok var tabi. Herkesin sevdiği değişebilir. Kimi Paris’i çok sever, Paris’in mimarisini sever, Paris’in insanını sever ama orada insan çekmek biraz daha problemli olabilir. Aslında çok fotoğrafım var, Paris ve New York gibi ülkeler müthiş! Ancak Asya’da fotoğraf çekmek daha kolaydır. Hindistan’a artık gitmeyen kalmadı. Puşkar Fuarı, Nepal, Tibet... 15 günde bir Nepal’e gidip aynı fotoğrafları getiren kişiler görüyoruz. Zamanla, o fotoğrafları gören insanlar, “Tamam da yine mi Nepal, yine mi Hindistan” demeye başlıyor. Fakat yine de Hindistan çok fotoğraflanıyor. Çünkü insanların giyimleri olsun, geri plandaki tarihi eserler olsun, yaptıkları iş olsun ve ışık olsun… İlgi çekiyor.
Benim tercihim Myanmar’dır. İki kere gittim. Myanmar, 25 sene önceki Myanmar değil ama hala çok etkileyici. Doğa için her yere gidebilirsiniz, İsviçre’ye, Amerika’daki milli parklara, İzlanda’ya gidin. Ama eğer insan çekmek istiyorsanız İran’a gidin. İran son derece fotoğraflık bir yer. Bir kere gittim, bir daha da zevkle gitmek isterim. Yorucu bir ülke, yokuşlar, merdivenler yüksek ve şimdi belirli bir yaşa geldikten sonra basamakların yüksek olması bile bizim için problem oluyor. Özbekistan’a gittim geçenlerde. Çok hoş şeyler çektik.
Bize fotoğrafla ilgili anlatmak istediğiniz bir anınız var mı?
Geçen sene Çek Cumhuriyeti’nin güney bölgesinde Prag’ın güneyine gittik. Tabi herkes gitti pat pat fotoğraf çekiyor. Ben dedim ki “Ya bu ne güzel pencereler!”. İnanılmaz pencereler var. 200 tane pencere çekmiştim. O pencerelerden bir afiş yaptık. Afiş bittikten sonra İstanbul Çek Cumhuriyeti Konsolosluğu’na mail gönderdim. Hemen aradılar ve “Ülkemizi bu kadar seven birini hemen tanımak istiyoruz, sizi hemen davet ediyoruz.” dediler. Kalktık hemen Maçka’ya gittik. Şimdi onlarla dostuz. O hafta da bakın ne ilginç bir şey oldu. Bir arkadaşım aradı ve “Abi bir sorun var, sen konsolosluktan birilerini tanıyor musun” dedi. Kızı Erasmus ile Çek Cumhuriyeti’ne gidecekti, vize alamıyordu. Bir hafta içinde yardımcı olduk.
Planladığınız projelerle ilgili bilgi alabilir miyiz?
Şu anda arşivimde birkaç yüz adet, 1950’lerden kalma, çoğunlukla siyah beyaz olan bir koleksiyonum var. Muhtemelen kısa bir zaman içerisinde bu koleksiyon kitaba dönüşecek.