• Anasayfa
  • Makale
  • “Çağın Pozitif Gelişmelerine Karşı Çıkmak, Tsunami’ye Karşı Çıkmak Gibi Bir Şey!” - İbrahim Zaman.
“Çağın Pozitif Gelişmelerine Karşı Çıkmak, Tsunami’ye Karşı Çıkmak Gibi Bir Şey!” - İbrahim Zaman.
Makale

“Çağın Pozitif Gelişmelerine Karşı Çıkmak, Tsunami’ye Karşı Çıkmak Gibi Bir Şey!” - İbrahim Zaman.

İbrahim Zaman fotoğraf camiasının eskimeyen delikanlılarından…

Hem delikanlı hem beyefendi olunur mu? Olunur tabii! Onu ne zaman görsem boynunda bir fular, yakasında bir güzel rozet… Şık, nazik, şen, duygularında ölçülü, 83 yaşının içinde genç ruhlu bir İstanbul Beyefendisi! Onu aslında hemen hemen her fotoğraf sever tanır. Tanımayanlar için kendisinden biraz bahsetmek istedim çünkü röportajımızda kendisini değil sadece fotoğrafı ve fotoğrafa bakışını konuştuk. Adem Meleke ve beni Ataköy’deki güzel evinde ağırlayan hocamızla sohbetimiz üç saatten fazla sürdü. Çaylarımızı yudumlarken izlediğimiz fotoğraf gösterilerine heyecanla altyazı geçen, bizi bilgilendiren, kimi an öğütleyen, kimi an güldüren İbrahim Hoca’yı biz de dergimizde ağırlamaktan memnuniyet duyuyoruz.

Röportaj: Nihan ÖZGEN – Adem MELEKE

Fotoğraflar: İbrahim ZAMAN

Röportaj Fotoğrafları: Adem MELEKE

Fotoğraf sizin için ne anlam ifade ediyor?

Fotoğraf benim için çok değerli bir iş kolu ve sanat dalı. Onun asıl değeri bence işlevselliğinde… Mikroskoptan uzaya kadar, fotoğrafsız, belgesiz bir alan düşünülebiliyor mu bugün? Aya ayak basıldığı zaman biz fotoğraf sayesinde olanı biteni görmedik mi? Onlara bakıp hayaller kurmadık mı?

Tüm bunların dışında fotoğraf, verdiği mesaj itibariyle geçmişi geleceğe taşıyan bir köprüdür. Yani dönem fotoğrafçıları, yaşadıkları zamanın görsel tarihini yazan kişilerdir. Örneğin ben 1903 yılında çekilmiş, Anadolu Hisarı’nın içini gösteren bir fotoğraf gördüm. O fotoğrafı çekip görüntünün bana ulaşmasını sağlayan kişi, o dönemin görsel belleğini bana aktarmış kişidir. İşte size fotoğrafın değeri.

Fotoğraf ne kadar kritik edilmeli? Kim kritik etmeli?

Kritik edecek kişi veya eleştirmen, öncelikle fotoğraftan anlamalı. Sanattan anlamalı. Eleştireceği işler hakkında söz söyleyebilecek yetkiye sahip olması lazım. Ve bu bir ihtiyaçtır, olması lazım. Maalesef bizim ülkemizde yok. Samimi olarak yapılmış kritikler, kişinin ufkunu açar ve bir yerlere daha gitmesine vesile olur. Yani samimi eleştiri, fotoğrafın sahibine “Demek ki ben bunu düşünememişim” dedirtir. Ben bu bakımdan yarışmaları da çok desteklerim. Aklı başında insanların nerede hata yaptığını görebilecekleri güzel vesilelerdir yarışmalar…

“On kere ölç, bir kere biç.”

Dünya üzerinde artık milyarın üzerinde fotoğraf çeken insan var. Her telefonu olan deklanşöre bastı diye fotoğrafçı olabilir mi? Cep telefonu fotoğrafçılığı hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyoruz.

Konu fotokopi makinesi olmak değil. Bir vazo tasarımcısı belki on denemeden sonra tam formunu vererek, “heh oldu” diyerek vazosunu piyasaya sürüyor ve beğenimize sunuyor. Sen de gelip şlak şlak vazoyu çekiyorsun. Peki sen bu işin neresindesin? Senin imzan nerede? Sonuçta o çekilen şey fotoğraf değil, fotokopidir.

Peki ne yapılabilir? Diyelim ki bir Coca Cola şişesi çekmek istiyorsun. Kendine bir sor, neyini vermek istersin bu şişenin… Kapağının şeklini mi, yazısını mı, yoksa bir kuşbakışı halini mi? İşte bunu yaptığın zaman o artık Coca Cola değil, senin fotoğrafın ve imzan… Terzilikte bir söz vardır: “On kere ölç, bir kere biç.” Analog dönemde biz bunu yaşıyorduk ve bitmiş fotoğrafı ortaya koymak zorundaydık.

Yani bu kadar çok insanın dijital fotoğraf (hatta bazen fotokopi) çekmesine bütünüyle karşı mısınız?

Hayır, asla! Çünkü o bir seldir. Sel gider, kum kalır. O kumun içerisinden de biraz eşelediğin zaman mücevherler çıkar. Fotoğrafa yeni kazanımlar, yeni görüşler, yeni yaratıcılar çıkar. Ama sel yoksa kum yoktur. Kum yoksa eşeleyecek bir şey de yoktur.

Çağın pozitif gelişmelerine karşı çıkmak, bence Tsunami’ye karşı çıkmak gibi bir şey! Photoshop için mesela, “Siz karşısınız değil mi” diye soranlar var. Yahu ben Photoshop’a karşı değilim. Zaten dijital ortamda çekim yapıyorsan, oradan geçmek zorundasın. Fotoğraftaki sisi pusu nasıl kaldıracaksın? Bir gecekonduyu bir apartman yapmak gibi bir derdimiz olmadıktan sonra bu tür programları yerli yerinde kullanmanın doğal olduğunu düşünüyorum. Birtakım düzeltmeler, renk doygunluğu, kadraj konusu vs. için nimet mi? Tabi ki nimet! Bu arada artık dijiart diye bir dal var. O parkurda canının istediğini de yapabilirsin.

Fotoğrafçı fotoğrafını ne kadar anlatmak durumunda kalmalı? Yani çektiğiniz bir kare her şeyi anlatmalı mı? Yoksa siz fotoğrafın arkasına bir hikâye koyarak da fotoğrafı oluşturabilir misiniz?

Fotoğraf tek yönlü bir olgu değil. Mesela gazetecilik için yapılan fotoğrafçılığı, sanat için yapılan fotoğrafçılıkla kıyaslarsanız haksızlık olur. Adam çıkarmış bıçağını sallıyor. Sen orada kompozisyon mu düşüneceksin, kadraj mı düşüneceksin? Olay çoktan bitmiş gitmiş olur. O zaman senin olduğun yer müsait olmasa bile o olayı çekeceksin. Mizansen yapıyorsan fotoğraf alt yazılı olmamalı. Tarif edeceksen, yazacaksan, fotoğraf ikinci planda kalır. Fotoğraf, istediğin mesajı vermeli. Bir bilim adamının arkasına bir sürü koyun koysanız... Bir çobanın da arkasına bir kütüphane… Bu olsa olsa bir karikatür veya mizah olur. Mesajı tamamen yanlıştır. Tabi aykırılık diye bir mesele var bu durumda söylenebilecek ancak o bile çok açık seçik olmalıdır. Bu söylediklerim; belgesel, gazetecilik ve doğrudan fotoğrafçılık alanlarında geçerli.

Az önce de söyledik, dünya değişiyor. Artık soyut diye bir şey var. Tarifinde de diyor ki “Doğrular tek değildir. Kime ne diyorsa odur.” Bu akım resimde “sonsuz” kullanılabilirdi. Bu arada fotoğrafın resme bu yönde faydası olmuştur. Portre ressamları bir zamanlar telaşa kapıldı. Çünkü 45 saniyede portre çeken fotoğrafçılar varken, onlar haftalarca bir tabloyu yapmaya çalışıyorlardı. Bu tür telaşlar, Empresyonizm, Dadaizm gibi yeni akımları doğurdu. Şükran duymaları lazım. (Gülüyor)

Steve McCurry’nin Afkan Kızı fotoğrafı sizce fotoğrafçılık başarısı mıdır? Yoksa gazetecilik başarısı mıdır?

Harmandır.

O zaman Ara Güler’in fotoğrafları için de böyle mi düşünüyorsunuz? O da hem gazetecilik hem fotoğrafçılık yapmıştır.

Az önce şunu söyledim: “Fotoğrafçı, içinde bulunduğu zaman diliminin görsel tarihini yazan kişidir.” Ara yıllarca bunu yapmıştır. 50’li yıllarda biz de aynı şeyleri yaptık. Ama İstanbul’un o gününü Ara çok güzel ortaya koydu. Bizim piyasamız yoktu, ne yapacaktık ki o fotoğrafları? O farklı ajanslara verirdi, Hayat Dergisi’nde kullanırdı vs. Bir gazetecilik tarafı vardı. Bir de fotoğrafçılık tarafı... Ben bu yüzden harman kelimesini kullandım.

50’li yıllarda Ara Güler’in çekmiş olduğu fotoğrafları bugün mumla arıyoruz. Çünkü o fotoğraflarda yelkenli tekneler var. Balıkçı teknesi var. Bugün düşünebiliyor musunuz bunları?

Tabi gazetecilik “an” ile çok ilgili olduğu için, aktivite veya saldırı gibi aksiyonun içinde olan bir fotoğrafı gözlüyorsun. Senin için artık kompozisyon vs. önemli değil. Oradaki çarpıcılığı kaydetmen gerekiyor. Ama portre fotoğrafında kuralların dışına çıkarsan, büyük burunlu birini başını öne eğdirip çekersen, o adamın en istemeyeceği görüntüyü elde etmiş olursun. Tabi bunların örneklerini iyi fotoğrafçılarda bile görmek mümkün.

“Tabi ki kadraj, tabi ki kompozisyon, tabi ki renk ve grafik ama en önemlisi ışık!”

Peki fotoğrafçı olmak isteyenler illa ki bir konuda uzmanlaşmalı mı? Ya da ne kadar çekebilirsek o kadar öğreniriz diyebilirler mi?

Sanat olarak fotoğrafçılıktan bahsediyorsanız, sevdiğiniz istikamete yönelmekte fayda var. Bütün ressamlar, kendilerinden önceki ressamların yapıtlarından kopyalar yapmışlardır. Bu, fırçayı, boyayı, usulü öğrenmek için gereklidir ve giderek yollarını bulurlar. Neyi seviyorsanız onun üzerine eğildiğiniz taktirde, grafiğiniz daha yukarılarda olur. Mesela ben tarih, doğa ve insan dışındaki konulara çok sıcak bakamıyorum. Ama güzel bulduğum bir şey varsa tabi ki ilgileniyorum.

Bir fotoğrafta ilk dikkat ettiğiniz veya fotoğraf çekerken en önemsediğiniz nedir?

Işıktır. Resim, fotoğraf ve sinema söz konusuysa ışık çok önemlidir. Hatta biraz ileri gidiyorum, ışık yoksa fotoğraf yoktur diyorum. Tabi ki kadraj, tabi ki kompozisyon, tabi ki renk ve grafik ama en önemlisi ışık! Fotoğraf iki boyutlu bir nesnedir. Onu üçüncü boyutu varmış gibi gösteren unsurlardan biri ışık ve gölgedir. Diğer unsurlar ışığın yanında tali kalır. Bir defa ışık bir vurgu malzemesidir. Vurgu da fotoğrafta çok önemlidir. İlgi merkezini karanlıklara gömdüyseniz, neredeyse aramakla zor bulunuyorsa, ne yapayım ki o ilgi merkezini ben!

“Flaş, konuyu yassıltır. Duvara çakar. Fotoğrafı en olumsuz hale sokan bir nesnedir flaş. Aslında kötü ışık yoktur. Uygun olmaya ışık vardır.”

O zaman “Deneysel fotoğraf hariç, ışığın kurallarına mutlak suretle uyulması gerekiyor” diyebilir miyiz?

Evet. Ben mesela çok mecbur kalmadıkça flaş kullanmam fotoğraflarımda… Çok mecbur olduğumda da dolgu ışığı olarak kullanırım. Çünkü flaş konuyu yassıltır, duvara çakar. Fotoğrafı en olumsuz hale sokan nesnedir flaş. Aslında kötü ışık yoktur. Beğenmediğiniz bir fotoğrafta o konu için kullanılmış olan ışık, bir Mısır Piramitleri hiyeroglifinde en ideal ışık olabilir. Çünkü çukurları gölgede bırakır ve yazı en okunaklı hale gelir. Ama aynı ışıkta bir kişiye çekseniz, dünya güzeli bile olsa sonuç hüsran olur.

83 yaşında bir fotoğrafçı olarak geriye dönecek olsanız, bu sektörde veya sanat dalında daha farklı neler yapardınız? Fotoğrafçı adayları kendilerini geliştirmek için neler yapmalı? Ve toplumsal olarak daha fotoğrafik bir göze nasıl sahip olabiliriz?

Her şeyden evvel deneyim, birikim diyorum. Fotoğraf okulu olduğu zaman zaten ben 41 yaşındaydım. Bizler deneme yanılma yöntemiyle fotoğrafı öğrendik. Benim beslendiğim kanallardan biri de sinemalardaki afişler ve vitrindeki sahne fotoğraflarıydı. Onları gördükten sonra giderdim stüdyoma tatbike… Bir gün bir aktrisin kirpikleri takıldı kafama. Kirpiklerinin gölgesi öyle bir düşmüştü ki yüzüne, illa benim de bunu yapmam gerekiyordu. Çocuk Esirgeme Kurumu’nda Asiye adında bir hemşire vardı, onu model olarak kullanıyordum. Ne yapsak ne denesek olmadı. O kirpiklerin gölgesi aynı şekilde düşmüyor. Bunu yapan insansa, ben de bunu yaparım diyorum. Portre çektiğim için soft ışık kullanıyorum tabii. Dolayısıyla gölgeler varla yok arasında… Kıza kirpik bile almıştım öyle düşünün. (Gülüyoruz) Sonra Nurettin adındaki tiyatrocu bir arkadaşım “Ya İbrahim, bizim orada birtakım ışıklar var. Onları bir denesek mi” dedi. Spot ışık diye bir ışık varmış. Getirdi, açtık, daha açarken “oldu, oldu” demeye başladık. Ve ben ışığın gücünü orada çok çok iyi anladım. Onun peşine takılıp bugüne kadar geldim.

“Fotoğrafçılık avcılığa benzer, avcı hep tüfeğini yanında bulundurmalı. Fotoğrafçının silahı da makinesidir ve onu hep yanında taşıması gerekir.”

Fotoğraf için gezmeye ne zaman başladınız?

Fotoğrafın masa başında yapılamayacağını öncelikle kabul etmek mecburiyetindeyiz. Madem ki masa başında yapılamıyor, konu sizin önünüze gelmez, siz konuya gideceksiniz. Hangi ülkeye gidecekseniz, yolculuktan önce o ülke hakkında asgari bir hazırlık yapıp gitmeniz gerekir. Mesela ben yurtdışına gittiğim zaman ilk iş bir kartpostal satıcısına uğrarım. Çok ilgimi çeken yerleri sorar ve oralara giderim. Ya da yerel pazarlar… Yerel pazarlarda her kesimden insan görebilirsiniz. Orada çekimler yaparak o toplum hakkında bir fikre varabilirsiniz.

Şu ana kadar 75 ülkeden fotoğraflar gördük kitaplarınızda. Size en cazip gelen, hayatlarını fotoğraflamaktan çok keyif aldığınız hangileri oldu?

İnsan çekmek istiyorsanız Hindistan bir fotoğrafçı cenneti. Neredeyse hepsi günlük kıyafetlerini bayram kıyafeti gibi giyiyorlar… 2 bin 500 lehçe ve inanış şekli var. Yalnız orada bir Paris görmeyi hayal ederseniz küskün dönersiniz

Peki gençlere önereceğiniz, yapmalarını isteyeceğiniz bir proje fikri alabilir miyiz sizden?

Üreten insanların proje konusu olmasını öneririm. Bu sayede her zanaatı hem kültürü ve sanatı kucaklayan faydaya yönelik çalışma olur. Gençlere ben yine ışık diyeceğim. Hatta makinelerini bıraksınlar, ışığın ne kadar değişken olduğunu, bir objenin farklı ışık koşullarında nasıl farklı göründüğünü idrak etsinler. Israrla söylüyorum: Işığı tanısınlar. Örneğin bir yivli minare bulsunlar, o yivli minareyi gün boyu izlesinler. Bir an gelecek ki orada sanki yiv yokmuş gibi olacak. Ama giderek yanan ışığa doğru döndüğünde, yivler bütün haşmetiyle tane tane sütun gibi çıkar ortaya. Işık tam cepheden geldiğinde oyukların içine dolacağı için konu yassılır.

Sosyal çalışmalar yapmak istiyorlarsa, dediğim gibi yerel pazarları dolaşsınlar. Yine kartpostal bakmalarını öneriyorum. Haa bir konu alıp da proje şeklinde götürmek isterlerse, o konuyu çeşitlendirerek çekebilirler. Mesela bir tarlada çalışan kadınları fotoğraflayacaklarsa, geniş plan çekimlerin yanı sıra sadece çapa tutan eller veya şalvar deseni detayı çekilebilir. Birbirini tekrarlayan kareler yerine, birbirini kovalayan güzellikleri vermiş olurlar.

 

Yarışma jürilerinde çok bulundunuz, hala bulunuyorsunuz. Yarışmaya gönderilmiş bir fotoğrafın sizce yarışabilir olma koşulu nedir? Sizin süzgeçleriniz neler?

Yarışma jürisi tabi ki fotoğraf kuralları çerçevesinde “fotoğrafça”yı kekelemeden konuşan çalışmaları dikkate alır. Benim kendime ait birtakım değerlerim var. Mesela dünya güzeli bile olsa hiç dikkate almayacağım fotoğraflar var. Adam baltayı almış, odunu kesiyor. Kompozisyon bu. Ama objektife bakıyor. Ya işine bak adam! Sen bir eylem içindesin! İş yapan adam objektife bakar mı? Öncelikle bu. İkincisi de ufuk hattında veya fonda çizgi varsa eğer konuyla kesişmemeli. İlgi merkezi olan modelin yüzünün ortasından geçen bir çizgi ya da modelin kafasına saplanmış gibi duran bir elektrik direğinin beni çok rahatsız eder. O çizgi ya aşağıda ya da yukarılarda olmalı. Bir tane daha var ki bu da üçüncü boyut duygusunu veren modellerin gölgeleri. Modellerin ve gölgelerin çakışmaması gerekir. Çünkü çakıştıklarında üçüncü boyutu varmış duygusunu zedeler. Bilindiği üzere iki boyutlu olan fotoğraf, ışık ve gölge sayesinde görüntüyü üçüncü boyutluymuş gibi gösterir. Tabi ki perspektif de üçüncü boyut duygusunu vermede rol oynar ancak ışık ve gölgenin vermiş olduğu etki daha güçlüdür. Bunlar benim için en önemli kurallar ama tabi bir başkası için çok detay gelebilir.

Mesela biraz oynanmış bir fotoğraf olsa…

Daha evvel de anlattığım gibi dijital dünya çıktıktan sonra birtakım kolaylıklar nimet oldu mu? Oldu. Ama hani buldumcuk olmuş gibi her şeyiyle oynamak, fotoğrafı fotoğraf olmaktan çıkarıyor. Yani belki sade haliyle bırakılsa birinci olacak fotoğraflar maalesef seçilemiyor. Kiremitlerin bayrak kırmızısı yapıldığı fotoğraflardan bahsediyorum. HDR değil “heder” edilen fotoğraflar… Yani “benim beceriksizliğimi bu program düzelsin” olmamalı. Bir beceriksizliğin varsa buna destek olsun. Fotoğrafı iyi tanımayanlar bu hatalara düşebilir.

“Dernekler ayrılabilir… Ama sırt sırta dönüp birbirine düşman olmak neyin nesi! Niçin o çatı altındasın? Orası politik bir yer değil ki!”

Fotoğrafçılık adına derneklere, kuruluşlara düşen görevler sizce neler? Biz bu konuda birilerinin öncü olması gerekiyor diye düşünüyoruz. Birleştirici olmak gerekiyor değil mi? Bir kesimin bir diğerini ittiği değil de birbirine el veren bir topluluk oluşturmak mümkün mü?

Şimdi iki olgu var. Birincisi, profesyonel kanadın kanunen faaliyetlerini yerine getirdikleri Fotoğrafçılar Odası gibi mecburiyetle yapılanlar... Ben şimdi o mecburiyetten değil de gönüllülük esasıyla kurulmuş derneklerden bahsedeceğim. Oralar, paylaşmak için var olan müesseseler. Sen mühendissin, ben dişçiyim, o işçi, öbürü hâkim, doktor, savcı… Neden geliyorlar oraya? Kimse mecbur etmiyor ki onları oraya gelmeye! Paylaşım arzusundan geliyorlar. O halde neden hizipleşiyorsun ki! O sana “Bak ben neler yaptım” desin, sen de ona kendi yaptıklarını göstersin. Birbirinizden esinlenin. “Bak ben bunu akıl edememiştim, çok güzel yapmış” demekten korkma! Niye o kadar hasis oluyorsun ki? Hak etmiş insanları takdir et. Onlar da seni takdir etsinler. Dernekler ayrılabilir de… Ama sırt sırta dönüp birbirine düşman olmak neyin nesi! Niçin o çatı altındasın? Orası politik bir yer değil ki! İki tane dernek kuruluyor ama birbirine düşman! Yahu kardeş kulüp olarak o sana gelsin sunum yapsın, sen ona git vs. Herkesin farklı bakışları da olabilir. Bu konuyu anlamakta çok zorlanıyorum ve anlayamadan da göçüp gideceğim herhalde! Ne kanuni zorunluluk var ne herhangi bir menfaat var. Sadece paylaşmak! Peki paylaşmaya bile bu duygular girerse dök suyu üstüne aksın gitsin!

Hocam GezginFoto ile ilgili düşünceleriniz de bizim için çok değerli… Neler diyeceksiniz diye meraktayız.

Fotoğrafla ilgili ne varsa benim başımın üstünde yeri vardır. Sizin yayınınız da takdire şayan. Günümüzde bu kadar zor şartlarla bu yayını sürdürebilmeniz, nazarımda ayrı bir takdir hanesinde. Çünkü biliyorsunuz artık basılı yayınların piyasası çok düştü. Ve bu masraflı bir iştir. Buna rağmen, fotoğrafa gönül vermişliği de içine katarak bir gönüllülük içinde çıkan GezginFoto’yu kutlamamak mümkün mü! Yayınınızın uzun ömürlü olmasını ama hak ettiklerini de kazanmasını dileyerek sizi ve okurlarınızı selamlıyorum.

Yazdır e-Posta