Adı Gibi Fantastik Madagaskar
Madagaskar, bir belgesel çekimi için yola çıkana kadar özellikle Baobap ağaçları vasıtasıyla hayal ettiğim, ancak ekonomik durumunun zayıf olduğunu bildiğim ülkeler arasında idi. Ancak buraya geldiğimde beni en şaşırtan noktalardan birisi hizmet kalitesi oldu.
Yazı ve Fotoğraflar: Tulga OZAN
@tulgaozan @dunyadegismeden
Daha önce bizim devreden Vedat ve Zafer ile konuşmam, buranın çok kötü şartlarda yaşayan bir ülke olduğu izlenimini uyandırmıştı ama keşfetmeye başlayınca mükemmel otel ve restoranların da bulunduğunu gördüm. Özellikle çok kaliteli ve iyi sunumlarla yediğim yemekler beni çok şaşırtmıştı. Burada öğrendiğimiz kadarıyla emekliliği gelen Fransız şefler hem etin kalitesinin çok iyi olması hem de ülkenin ucuz olması dolayısıyla bu ülkeye yerleşmeye başlamışlar.
Madagaskar’da İlk Temas Tana
Antananarivo ya da kısa ismi ile Tana şehri ülkeye ilk temasın yaşandığı şehir. Hem Afrika ruhunu hissedeceğiniz hem de Fransız kültürünü yansıtan bir havası var. Şehirde en keyifli deneyimlerden birisi, artık görmeyi unuttuğumuz eski Renault 4 taksilerle şehri dolaşmak oldu. Bu adada, havalimanından ilk çıktığımız andan itibaren bir Küba havası hissettim. Kıta Afrika’sı ile kıyaslarsak kendinizi inanılmaz derecede güvende hissettiriyor ve Malgaşlar da çok sakin insanlar. Sabahtan “Palais de La Reine” kıyısında güzel bir kahvaltı ettikten sonra araçlarla şehri dolaşıyoruz ve günümüzü Analakely pazarında bitiriyoruz.
Madagaskar Denince…
Madagaskar denince akla gelen özelliklerden birisi bitki ve hayvan çeşitliliği. Yaşayan 13 bin bitki türünün yüzde doksanı endemik olan bu adanın simgesi haline gelen hayvanlar ise lemurlar. Primat türü olan bu hayvanların, Madagaskar’ın Afrika kıtasından kopmuş olması sayesinde yaşamlarına devam edebilme şansları olmuş. Diğer primat ve maymun türlerine göre çok daha uysal oldukları için adanın karadan kopmuş olması sayesinde yiyecek bulabilmeye devam etmiş ve Afrika’nın acımasız avcılarından kurtulabilmişler.
Lemurları ülkede birçok yerde görmek mümkün ama Parc National Antisibe Mantadia’nın yanında bulunan Vakana Forest Lodge bizim için ideal yer oldu. Lemur Adası diye adlandırılan yerde insana çok alışmış lemurlarla oynamak ve yakın temas kurmak biraz turistik olsa da keyifli bir deneyim. Lemur parkına giderken yaptığımız iki saatlik yol boyunca ise en çok dikkatimi çeken kiremit üretimi ve pirinç oldu. Özellikle seyahat boyunca gördüğümüz görüntüler bana Afrika’dan çok Güney Doğu Asya hissiyatı verdi. Vietnam’ın Sapa kasabasındaki, Filipinler’in Banaue taraçalarının sanki minyatür modelleri gibi olan görüntüler tüm adada karşımıza çıktı.
Tana’da Gece Hayatı
Tana şehrinin gece hayatı da hareketli. Six, Le Bus, Kudeta isimli kulüpler ön plana çıksa da hafta sonu haricinde çok fazla hareket beklememek lazım. Şehirde her akşam en hareketli mekân ise Glacier isimli restoran.
Adanın Dört Bir Yanı…
Adayı gezmek için biraz meşakkatli yolları göze almak gerekiyor. Genel olarak en turistik rota güneye doğru 1000 km gidilen “Route National” olsa da ben adanın batı tarafına gitmeyi tercih ediyorum. Güneye ilerlerken ilk durak Antisrabe, ülkenin üçüncü büyük şehri. Norveçli misyonerlerin 1800’lü yıllarda kurduğu bu şehir ülkenin termal merkezi olarak da biliniyor. Turistik merkez çok geniş olmadığı için buradaki geziyi “pousse-pousse” diye adlandırılan insanların çektiği ufak araçlarla yapmayı tercih ediyoruz. Başlangıç noktasına gelince tüm şoförler iş kapmak için hafif bir arbede çıkarsalar da gerginlik olamayacak kadar sakin yaradılışlılar. Yaklaşık bir saatlik çek-çek gezisinden sonra şehrin en güzel mekânı Hotel des Termes’de bir mola vermek, eski günleri gözlemlemek için ideal.
Güney yolu Fianarantsoa şehrine doğru devam ediyor. Ancak, Dünya Değişmeden turlarında batıya doğru ilerleyip dağ köylerinde senenin belli dönemlerinde yapılan Famadihana törenlerini yakalamaya dikkat ediyoruz. Animizm kökenli bir gelenek için mezarlardan çıkarılan aile büyükleri ile yapılan eğlenceli organizasyonlar Atalar ile bağların hep canlı kalmasını sağlıyor!
Adanın bana göre en özel bölgesi batı kıyıları. Mozambik kanalı kıyısında bulunan Morondava şehrinin yakınlarında bulunan “Allee des Baobaps” yaklaşık 260 m yüksekliğinde birçok Baobap ağacının bulunduğu, adadaki en güzel günbatımı ve gün doğumunu yaşayacağınız yer olacak. Akşamları turist grupları daha fazla akın etse de sabah gün doğumu esnasında yaşanan sükûnet, yerel halkın yaşamı ve ışığın ağaçlarla muhteşem uyumu en güzel fotoğrafları çekmemizi sağlıyor.
Batı kıyılarının diğer bir çekim noktası ise “Tsingy” diye adlandırılan kaya ormanları. Benahara milli parkında bulunan bu doğal oluşum Mozambik kanalının çökmesi sonucunda kayaların yükselmesi ile oluşmuş. Biraz fiziki efor gerektiren bölgeye ulaşmak ise ayrı bir macera. 4x4 cipler ile 200 km’lik bir yolu 10 saatte geçtiğimiz yolculukta, iki defa nehir geçmek için araçlarımız ile salların üzerine biniyoruz ve kırsal yaşamın en az kirlenmiş köylerini görüyoruz. Diğer taraftan ise bu kadar imkansızlıklarla dolu bir coğrafyada, elektriğin olmadığı bir köyde “Mad Zebu” isimli restoranda neredeyse Michelin seviyesinde sunum ile servis edilen boğa kuyruğu yemek tam bir kültür şoku yaşatıyor. Senelerce gidip geldiğim Endülüs bölgesinde dahi bu kadar iyisini yememiş olmak beni bile çok şaşırtmıştı.
Benim tercih etmediğim güneydeki “Route National” ile güneye devam etmek isterseniz ise tavsiyelerim arasında -eğer çalışıyorsa- Fianarantsoa treni olabilir. Ancak genelde frene çok fazla “lyche” meyvesi yüklendiği için bozuluyor ve trenin ne zaman geleceği belli olmuyor.
Yol üzerindeki başka bir “yerel deneyim” ise Ambalavao şehrindeki Zebu pazarı. Sadece çarşamba ve perşembe günleri kuruluyor ve adanın her tarafından yetiştiriciler ve satıcılar buraya gelmekteler. Zebu öküzleri Güney Asya’da başka ülkelerde de karşımıza çıkmıştı. Ancak bu adadaki cins en saf örneği kabul ediliyor ve ülkedeki en önemli et kaynağı. Adanın her yerinden yetiştiriciler geldiği için güzel görüntüler de çıkabiliyor. Üç ana kabile var. Bunlardan Tana taraflarında yaşayanlar, adanın en eski yerlileri olan Merina kabilesi. Malezyalı korsanların adaya gelmeleriyle oluşmuş bu kabile. Betsileo ve Baralar da diğer kalabalık kabileler.
Turistik açıdan diğer bir çekim noktası ise Isalo Milli parkı. Bu bölgeye gelirken bana İsalo’yu çok methetmişlerdi ama hayvan ve bitkiler açısından özel bir araştırma yapmadığım için beni çok fazla etkilemedi. Kapadokya ve/veya Grand Canyon görmüş bir gezgini de çok fazla etkileyeceğini düşünmüyorum. Ancak sabah İsalo çıkışında sabahtan ziyaret ettiğimiz İlakaka kasabası bence o rotanın en güzel molası.
İlakaka’da değerli taşlar
1998 yılına kadar üç beş haneden oluşan bir kasaba İlakaka ve etrafında geçmişte Fransızca yine “nar” (grenade) olarak ifade ettikleri “passion fruit” ağaçları bolca bulunmaktaymış. Bu adanın o zamanlar maden kaynakları çok göz önünde olmadığı için özellikle Passion ve Lyche meyve tüccarları açısından oldukça önemli topraklara sahip. Safirin bulunması ile tamamen şans eseri olmuş, Delorme isimli Fransız bir tüccar aldığı passion suyunun içinde çıkan taşa dikkat etmiş ve bunun incelenmesi gerektiğine karar vermiş. Elindeki taş örneği ile Tana şehrine gidince yaptırdığı testlerden taşın ne kadar değerli olduğu ortaya çıkmış ve haliyle bu bilgiyi herkesten saklayarak maden hazırlıklarını tamamlamak üzere Fransa’ya iki aylığına gitmiş. Geri döndüğünde ise herkesten bilgisini sakladığı köyde halihazırda üç bin madenci kazı yapmaktaymış.
Mantar gibi büyüyen İlakaka kasabası şu an için çevrede yüz bin kişinin istihdamını sağlayan bir merkez haline gelmiş. Sabah köye girerken bir dere yatağında şans eseri karşımıza çıkan görüntüler gerçekten çok güzeldi. Derede taşları eleyen madencilerin yanında araba yıkayanlar, madencilerin safiri çalmasını engellemek için orada duran güvenliklerin yanında günlük banyolarını yapan kadınlar ve çocuklar çok karışık ama hoş manzaralar yarattı. Köyde fotoğraf molasının ertesinde bir ücret karşılığında önce madenler geziliyor, sonra da köy içinde dükkânlarda taşlar hakkında bilgi veriyorlar. Şehirde sadece Avrupalı ve Malgaş yok, özellikle çok fazla Sri Lankalı, Çinli ve Tai tüccar bulunuyor.
Maden gezisi esnasında iddia ettiklerine göre dünyada son on yılda çıkan taşların yüzde doksan beşi Madagaskar’dan gelmekteymiş ama buradan alıp Tayland ve Sri Lanka’da pazarlıyorlarmış. Benim ziyaret ettiğim dükkân İsviçreli bir madenci çocuğa aitti. Kendisi Cenevre kökenli ve çok yaşlı göstermese de uzun zamandır Madagaskar’da madencilik yapıyormuş. Bize rehberlik yapan ise Gana kökenli, dükkânın müdürü ve adamın sağ kolu. 1998 yılında burada maden çıkınca hemen Gana’daki madenlerinden buraya getirmiş ve o dönemden beri burada yaşıyor. Kısacası adanın belki en kozmopolit kasabası.
Adanın güneyde bulunan ikinci büyük şehri Tulear, Mozambik Kanalı kıyısında bulunuyor. Ben ilk gidişimde liman özelliği daha ön plana çıkar diye beklemiştim ama kıyıya çok yakın mesafede bulunan dünyanın en büyük mercan oluşumlarından biri dolayısıyla limana uygun bir alanı yokmuş. Anlattıklarına göre özellikle adanın doğu tarafında çok büyük limanlar bulunmaktaymış.
Madagaskar adası, bir gezgin için ön yargılarından çok daha farklı şeyleri öğreneceği ve ayrıca güzel insan manzaralarını gözlemleyebileceği bir coğrafya. Bol bol fotoğraf çekilebileceği ve yolda birçok farklı lezzetlerin keşfedilebileceği bu rota, her seferinde gitmekten zevk aldıklarım arasına da girdi.