Makale

Uganda: Goriller ve Şempanzelerin Cenneti

Uganda’daki dağ gorilleri turistleri bu ülkeye çeken en büyük neden. Toplam nüfusunun yaklaşık 800 olduğu tahmin edilen dağ gorillerinin çoğunluğu Bwindi Milli Parkı’ndaki kalın bir sis tabakasıyla kaplı ve girilmesi zor ormanlarda yaşıyor. Uganda’da sadece dağ gorillerini değil, Kibale Milli Parkı’nın ev sahipliği yaptığı şempanzeleri de ziyaret ettik. 

Yazı ve Fotoğraflar: Sevgin AKIŞ RONEY

Uganda’ya Ruanda üzerinden bir gece vakti girdik. Gecenin karanlığında çok kötü ve tozlu bir yoldan ilerleyerek, Bwindi Milli Parkı’nın bitişiğinde konaklayacağımız yere geldik. Sabahleyin kahvaltının ardından, İngilizce “impenetrable” yani “girilemez, nüfuz edilemez” ibaresi bulunan parka gittik. Gerçekten bu tropikal ormana girebilmek kolay değil. Rehberlerin satırlarla dalları ve yaprakları kesmesi gerekiyor yol alabilmek için. Bize gün boyu yürüyüşe hazır olmamız ve gorilleri görememe ihtimalimizin olduğu söylendi. Gezgin olan dağ gorilleri her gece yumuşak dal ve yapraklardan oluşan yeni bir yuva yaparlarmış. Şanslıydık galiba (yoksa turistik bir oyunun parçası mı?), fazla tırmanmadan bir goril ailesini yemek sonrası yatmış uyurlarken bulduk. Bize verilen bilgiye göre, öncü rehberler sadece ot yiyen dağ gorillerinin izini beslenme düzenine göre sürüyorlarmış. Hangi bitki ve meyveleri yediklerini takip edip, onları hangilerinin hazım için uyuttuklarını bildiklerinden uykuda yakalayabiliyorlarmış. Sonra, nerde olduklarını turist grubunun başındaki yerel rehbere haber veriyorlar. Hayat beni kuşkucu bir insana dönüştürdüğünden yerel rehberimizi sıkıştırdım, “nerden bilelim uyuşturucu vermediğinizi? “diye. Öyle ya, ülkenin çok önemli bir gelir kaynağı dağ gorilleri. Rehberimiz, gorilleri ilaçla uyuşturmanın cezasının 7 yıl hapis yatmak olduğunu söyledi.

Dağ Gorilleri

DNA’sının yüzde 95’i insan DNA’sıyla benzerlik gösteren goriller genelde çok sakin hayvanlar. Tipik bir goril sürüsü; “gümüş sırtlı” (silverback) olarak adlandırılan aile reisi yaşlı bir erkek, ona hayat boyu bağlı kalan üç veya dört dişiden oluşan “harem”i ile birkaç “siyah sırtlı” (blackback) genç erkek ve de bebeklerden oluşuyormuş. Lider konumundaki “gümüş sırtlı” goril, genç erkek gorilleri bir süre sonra gruptan kovunca, “siyah sırtlı” goriller bir dişi bulup kendilerine yeni bir aile kuramazsa, yanlız yaşamaya ve kısa sürede ölmeye mahkum oluyorlarmış. Anne goriller bebeklerini üç yaşına kadar boynunda gezdirip, emziriyormuş. Beş yaşına kadar sırtında taşıdıktan sonra da yedi yaşına gelene dek yanlarından ayırmıyorlarmış. Dolayısıyla ancak dört yılda bir doğum yapabiliyorlarmış. Bizim gördüğümüz goril ailesi dört anne, iki bebek ve genç gorillerden oluşuyordu ama “gümüş sırtlı” iki goril vardı. Kafam karıştı! Uyuyan bu güzel yaratıkları seyredip fotoğraflarını çekmek için bize verilen süre bir saat idi. Gerçekten de tam bir saat sonra bütün aile fertleri uyandı. Gerinirlerken çıkardıkları sesler bizimkine benziyordu ama cüsselerimiz farklı olduğundan, rehberimizin “dönelim” demesine hiç kimse itiraz etmedi!

Bunyonyi Gölü

Ertesi günkü programımızda “küçük kuşların yeri” anlamına gelen ve Uganda’nın İsviçre’si olarak adlandırılan Bunyonyi Gölü vardı. Göle hakim bir tepede, görkemli bir manzarası olan konaklama mekânımıza gelip, geç bir öğle yemeği yedikten sonra Bunyonyi Gölü’nde dolaşmaya çıktık. Deniz seviyesinden yaklaşık iki bin metre yükseklikteki Bunyonyi, Afrika’nın ikinci ve dünyanın üçüncü derin gölüymüş. 25 km uzunluğunda ve en geniş yeri 7 km olan gölde bulunan irili ufaklı 29 adanın çok azında yerleşim varmış. Rehberimiz en büyük adada bir “devlet büyüğü”nün, sonradan otele çevrilen bir evinin olduğunu söyledi. Bir başka adada cüzzam hastalarının tedavi edildiği bir hastane varmış. Yine rehberimizin verdiği bilgiye göre yerel halkın gördüğü ilk uçak, İskoçyalı doktorları bu hastaneye getiren uçak olmuş! Adaların en ilginç öyküye sahip olanı ise “ceza adası” anlamına gelen “ Akampene” idi. Evlilik dışı hamile kalan kadınların cezalandırılmak için gönderildiği adada hiçbir şey yetişmediği için, bu “günahkâr” kadınlar ölüme terk ediliyorlarmış. Kurtulabilenler sadece adadan yüzerek kaçmayı başaranlar ile başlık parası verecek durumu olmayan yoksul köylülerin evlendikleri kadınlar. Duyduklarım zaten soluk almamı zorlarken, bir sonraki adada bayağı bir tepelere tırmandık, Batwa denen pigmelerin yaşadığı köye ulaşabilmek için... Aslında Batwalar gerçek anlamda cüce değiller ama çok kısa boylular. Bunun nedeni dışarıdan yapılan evliliklermiş. Ne güzel! Bizi çok hoş bir yerel dans gösterisiyle karşıladılar. Ardından el işçiliği eserlerini satmak için çekiştirmeye başladılar.,

Queen Elizabeth Milli Parkı

Ertesi sabah kraliçe 2. Elizabeth’in adını taşıyan Queen Elizabeth Milli Parkı’na gitmek üzere erkenden yola çıktık. Gece başlayan yağmur yol boyunca devam etti. Çamurlara saplanıp çıkaraktan, öğlene doğru, parkın güney batı kısmında bulunan  “Ishasha” bölgesine girdik. Queen Elizabeth Milli Parkı, 95’ten fazla memeli türünü ve 600’den fazla kuş çeşidini barındıran, yaklaşık 2000 kilometrekarelik bir alana yayılıyor. Parkın doğusunda George Gölü (250 km2), batısında Edward Gölü (2325 km2) ve kuzeyinde Rwenzori Dağları yer almakta. Göz alabildiğince uzanan düzlüklerde ilerlerken farklı antilop türlerini, babun maymunlarını, su mandalarını, filleri ve değişik türde kuşları gördük. Ancak “Ishasha” bölgesinin ünlü “ağaca tırmanan aslanlar”ını göremedik maalesef. “Ağaca tünemiş aslan görmenin neresi ilginç ki?” demeyin. Leopar ve çita gibi büyük kediler rahatça ağaçlara tırmanabilirken, kaplan ve aslanlar pençe yapıları ve kilolarından ötürü düşme tehlikeleri yüksek olduğundan, ağaçlara tırman(a)mıyorlarmış. Bu durumun iki istisnası Tanzanya’daki Manyana Gölü civarındaki aslanlar ve Ishasha bölgesindeki dev incir ağaçlarına tırmananlarmış.

Gecelediğimiz mekân, yine İngiliz kraliyet ailesinin iki üyesinin adını taşıyan, Edward Gölü ile George Gölü’nü birbirine bağlayan Kazinga Kanalı’na tepeden bakan bir noktadaydı ve manzarası muhteşemdi. Parka orijinal adını veren 32 km uzunluğundaki bu kanal, kuşlar, filler, su mandaları, antiloplar, kocaman kertenkeleler, krokodil diye bilinen Afrika timsahları gibi hayvanların yaşadığı,  dünyanın en geniş suaygırı popülasyonunu barındıran bir cennet. Deliksiz bir uykunun ardından sabahleyin erkenden safarimize devam etmek için jiplerimize bindik. Gezimiz sırasında bir gün önce göremediğimiz aslanları da gördük. Ağaca tırmanmamışlardı ama doğanın bu güzel kedilerini ailece izleyip fotoğraflarını çekmek çok keyifli bir deneyimdi. Kahvaltı için geri dönmeden önce, George Gölü’nün güneyindeki Bunyaruguru denen volkanik bir bölgeden geçtik. Sayıları 130’u bulan kraterlerin 27 tanesinde tatlı veya tuzlu su içeren göller oluşmuş. Manzara öyle güzeldi ki öğleden sonra Kazinga Kanalı’nda yaptığımız tekne turundan sonra, krater göllerinin etrafında küçük bir gezi daha yaptık.

Kibale Milli Parkı

Sabah erkenden yine yola koyulduk. Hedefimiz ülkenin güney batısında, Rwenzori Dağları’nın hemen doğusunda yer alan Kibale Milli Parkı idi. Rift Vadisi’nin batısından geçen güzergâhımızda bulunan Ekvator Çizgisi’ne gelince, elbette kısa bir mola verip bol bol fotoğraf çektik! Kalacağımız yer, parktan 7 kilometre uzaklıkta, Nyinabulitwa Krater Gölü’ne hâkim bir noktadaydı ve manzarası çok güzeldi. Odalarımıza yerleşip, öğle yemeği yedikten sonra Kibale’ye doğru yola çıktık. Deniz seviyesinden yüksekliği 1100 ile 1600 metre arasında değişen ve yaklaşık 800 kilometrekarelik bir alana yayılan Kibale Milli Parkı’nın çoğunluğunu yağmur ormanları oluşturuyor. Çeşitli hayvanları barındıran parkta 13 farklı primat türü yaşamakta. Ziyaretçiler tarafından en çok ilgi gören primatlar ise DNA’larımızın yüzde 98 oranında benzeştiği en yakın akrabalarımız şempanzeler. Büyük topluluklar halinde yaşayan şempanzeler hem ot hem de et yiyerek besleniyorlarmış.  Dağ gorilleri gibi her gece yuvalarını değiştiren şempanzelerin dişileri de yine onlar gibi yavrularına düşkün olduklarından, ancak 3-4 yılda bir bebek doğuruyorlarmış. Ancak şempanzeleri dağ gorillerinden ayıran en önemli fark şiddete yatkın olmalarıymış. Kızdıkları zaman birbirlerine bütün güçleriyle vurmaktan ve birbirlerini ısırmaktan kaçınmıyorlarmış. Bir erkek şempanze, en ufak bir kışkırtmada yerden bir dal alıp herkese meydan okurmuş. Rehberimiz bu son bilgiyi verince düşünmeden edemedim: “Bizi bozan yüzde 95 ile yüzde 98 arasındaki son yüzde 3’mü acaba?” diye! Şempanzelerle birlikte parkta geçirdiğimiz yaklaşık bir buçuk saat boyunca attıkları çığlıklardan, bağıra bağıra kurdukları iletişimden yorgun düştüm. Bonobolara olan sempatim arttı. (Meraklı olanlar, başka bir primat türü olan bonobolar hakkında bilgi edinebilirler.)    

Kampala

Uganda’daki son günümüzde, yine sabahın erken bir saatinde, ülkenin en büyük şehri olan başkent Kampala’ya doğru yola çıktık. Şehrin adı, bölgede yaygın olarak görülen ve çok iyi sıçrayabilme özelliğiyle tanınan bir antilop türü olan impalalar nedeniyle, Buganda dilinde (Luganda) “impalalar tepesi” anlamına gelen “Ka’mpala”dan geliyormuş. Uganda 19. yüzyılın sonunda İngiltere’nin sömürgesi olunca, eski Buganda Krallığı’nın merkezi olan Kampala, 1905 yılına kadar sömürge yönetiminin merkezi olmuş. Daha sonra yönetim merkezi Entebbe’ye taşınmış ama ülke 1962 yılında bağımsızlığını kazanınca başkent olarak ilan edilmiş. Orijinal olarak yedi tepe üzerinde kurulduğu söylenen (nedense bütün şehirler hep yedi tepelidir!) Kampala’da, şehir merkezinden beş kilometre uzaklıktaki Kasubi tepesinde bulunan ve girişinde “Kasubi mezarlarına hoşgeldiniz” diye bir tabela bulunan bölgeye gittik. Halen Uganda içinde özerk bir krallık olan Buganda’nın krallarına “kabaka” deniyormuş. Burada dört kabakanın, onların eşlerinin ve kraliyet ailesinin kimi üyelerinin mezarları var. Ancak UNESCO tarafından 2001 yılında Dünya Mirası Listesi’ne alınan bölgenin aslında sadece bir mezarlıktan ibaret olduğu söylenemez. Bölgenin büyük bir kısmı geleneksel yöntemlerle tarım yapılan topraklardan oluşuyor. Bir kenarda saray diye adlandırılan çok ilkel bir yapı var. Binanın özelliği sadece Sahra Çölü’nün güneyine özgü bitkiler kullanılarak yapılmasıymış. Etraftaki kulübelerde yaşayan aileler ölen krallarının dul eşleri ve akrabaları imiş. Mezarlara göz kulak olanlar da onlarmış. Yaklaşık bir saat kadar vakit geçirdiğimiz Kasubi mezarları hakkındaki fikrimi soracak olursanız, görmesem de olurmuş derim! Elçiliklerin bulunduğu güzel bir bölgede yediğimiz öğle yemeğinin ardından, bir sabit pazarda alışveriş molası verilince insanların yüzü güldü. Sonra Entebbe’ye doğru yola çıktık.

Entebbe ve Dönüş

Ertesi sabah çok erken bir saatte İstanbul’a dönecek olan uçağımız, Kampala’nın 37 km güneybatısında, Viktorya Gölü’nün kıyısında yer alan Entebbe’nin uluslararası havalimanından kalkacaktı. Dolayısıyla Viktorya Gölü’ne doğru yola çıktık. Yaklaşık 69 bin kilometrekarelik yüzölçümü ile Afrika’nın en büyük, dünyanın ise en büyük ikinci tatlısu gölü olan Viktorya’nın büyük bir bölümü Uganda ve Tanzanya sınırları içinde, küçük bir kısmı ise Kenya’da. Sanırım günlerden pazar olması nedeniyle gölün kıyısı piknik yapanlarla doluydu. Suya bir ayağımız deysin diye kısa bir mola verdik ve kıyıda canlı renkli giysiler içindeki genç kızlar, etrafımızdan ayrılmayan çocuklarla bol bol fotoğraf çektirdik. Gölün kıyısındaki otelimizde akşam yemeğimizi yerken Uganda mutfağında önemli bir yeri olan “matooke” aldım tabağıma. Henüz yeşilken toplanan muzlar pişirilip,  genellikle püre olarak servis ediliyor. Benim ağız tadıma pek uygun değil ama tatlısu çipurası da denilen “tilapia” balığının yanında bir veda yemeği olarak fena değildi! Gece yarısından sonra, 1976 yılındaki “Entebbe Operasonu” ile gündem olmuş havalimanına gittik.  Hatırlıyorum, o dönemin ünlü Filistin Kurtuluş Örgütü militanları Tel Aviv – Paris seferini yapmakta olan Air France uçağını zorla Entebbe Uluslararası Havalimanı’na indirince, İsrail askeri kanlı bir operasyonla bütün militanları öldürmüştü. Uçağı beklerken, kazasız belâsız eve dönmek için sessizce dua ettim.

İki Film Önerisi

  • İlk filmin adı “Gorillas in the Mist”, yani “Sisteki Goriller”. Dağ gorillerine hayatını adamış olan Amerikalı primat uzmanı Dian Fossey’in hayat hikâyesini konu ediyor. 1966-1985 yılları arasında Ruanda Milli Parkı’nda kalmış araştırmaları mevcut. Gorillerin el ve ayak pençelerini turistlere pazarlamak amacıyla (goril pençesinden yapılmış bir kül tablası almak ister misiniz?)  ormanlarda kıyım yapan çetelere karşı mücadele vermiş aynı zamanda. Bu uğurda 53 yaşındayken, silahlı bir saldırı sonucu hayatını kaybedene kadar. Ölümünden üç yıl sonra, 1988’de yapılan bir film…

 

  • İkincisi, “Jane’s Journey”, yani “Jane’in Yolculuğu”. İngiliz primat uzmanı Jane Goodall hakkında 2010 yılında yapılan bir dokümanter film. Şempanzelerle ilgili çalışmalarıyla bütün dünyada tanınan Goodall’ın, yıllar önce ABD’de çalıştığım bir üniversitede yaptığı bir konuşmayı dinleme fırsatım olmuştu. Kendi adıyla kurduğu bir enstitünün başında olan 1934 doğumlu Goodall, şempanzeler hakkında bilgi vermek ve doğa korumacılığının önemini anlatan konuşmalar yapmak için seyahat etmeye devam ediyor.

Etiketler: kültür, fotoğraf

Yazdır e-Posta