Makale

''Tarihi Değiştiremeyiz Ama Onu Gösterebiliriz''

 F. Dilek Uyar, son zamanlarda yurt dışında kazandığı ödüllerle adını sıkça duyduğumuz bir fotoğrafçı. Nasıl başladı, neler yaptı, hepsini tek tek anlattı. Arada şikâyet etti, arada tavsiye verdi, keyifle hikâyesini paylaştı. Ben bir kadın olarak, değişim ve başarı odaklı güçlü duruşundan ilham aldım. Sizin de ilgiyle okuyacağınızdan eminim.

Röportaj: Nihan ÖZGEN

Asistan: Sahra SEÇUK

Fotoğraflar: F. Dilek UYAR

Dilek Hanım, öncelikle Türkiye’ye hoş geldiniz. Ödül almaya gitmiştiniz. Yurt dışına çıkamıyoruz bu ara. Nasıldı çıkmak, iyi geldi mi?

Teşekkür ediyorum. En son Borçka’ya gitmiştim. O zamandan beri kendimi tamamen eve kapatmıştım. O yüzden çok iyi geldi.

Harika! Kısaca sizi dinlemek istiyoruz. Mesleğinizi, fotoğrafla nasıl tanıştığınızı… Nasıl başladı bu hikâye?

1976 doğumluyum. Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezunum. Sosyal Güvenlik Hukuku alanında yüksek lisansa da orada başlamıştım. Hayatım ev, adliye ve -çocuklar olduktan sonra- çocuklar arasında geçiyordu. Sanıyorum biraz hayatı sorgulamaya başladım. Önce serbest paraşütçülük yaptım Türk Hava Kurumu bünyesinde. Uçuşlar bitti, benim de mazeretim bitti gidip gelebilmek için. Çünkü Türk toplumunda bir kadınsanız eğer, öncelikli sıfatlarınız eşlik, annelik sonra mesleğiniz ne ise profesyonel o! Arayışlarım devam etti. Ve bulmuştum: Fotoğraf! Çok modaydı çünkü artık kolaydı, eline bir makine alıyordu herkes ve birdenbire fotoğraf sanatçısı oluyordu.

Biz toplum olarak etiketleri seviyoruz. Makine almak da etikete giden en kolay yoldu. Doğubank’ın orada adliye vardı Çağlayan ile birleşmeden önce... Oraya duruşmaya gitmiştim. Beklemedeyiz, uzayınca Doğubank’a girdim. Dolaşırken makineyi aldım ve çıktım. Kendimi fotoğrafçı oldum zannediyordum aldığım andan itibaren. Çünkü az bilen çok bildiğini zanneder. Artık ben de bir fotoğrafçıydım, iyi bir makinem vardı, fotoğrafı zaten makine çekiyordu, insan faktörünün hiçbir etkisi yoktu. İyi bir makinen varsa iyi çekiyordun.  Az bilmenin getirdiği küstahlık, çok bildiğini zannetme tavan noktasındaydı.

Peki, bu düşüncenizi nasıl değiştirdiniz?

Oğlumun yılsonu gösterilerine gitmiştik. Elimdeki şahane makineyle çekilen bütün fotoğraflar bulanıktı. Ben o şahane makineme yine toz konduramadım ve dedim ki “Ben herhalde makinenin ayarlarında bir yanlışlık yaptım, ondan kaynaklanıyor”. Yapmanız gereken kullanma kılavuzu okumak ama ben onu okumayı, teknik bir insan olmadığım için sevmiyorum. Ve bu işin kolayı nedir, birinin bana anlatmasıdır. Bari bir kursa gideyim de bana anlatsınlar diyerek bir kurs aradım.

Fotoğrafçılığı değil, makineyi öğrenmek için yani…

Tabii, tamamen öyle. Çünkü benim için fotoğraf, insan faktörünün sıfır olduğu, tamamen makinenin önemli olduğu bir daldı. Şimdi heykeltıraşsanız çamurunuzun, mermerinizin önemi vardır. Ressamsanız kullandığınız pastelin, kalemin, boyanın önemi vardır. Ama hani çok aktif de rol oynamaz, yetenek daha önemlidir, ona nasıl şekil vereceğiniz… Ankara’da iki kökleşmiş dernek vardı. Onların kursları aylarca sürüyordu. Altı üstü makine kullanacağız modundaydım. Üstelikte ben anneydim, hafta sonu gidemezdim. Çocukları kurstan kursa taşıyordum. Hafta içi akşam da eşim Ankara’da değildi, yine gidemezdim. Şöyle yok muydu hafta içi bir ayda bitecek küçük bir kurs. Ofise çok yakın bir tane bulduk, iyi ki de oraya gitmişim. O derneklerde yapılan yanlışları anlatan bir hocam oldu. Ben fotoğrafı orada sevmeye ve anlamaya başladım.

O yanlışlar neydi?

Hocam bana dedi ki – o zamanlar Instagram bu kadar yoğun ve popüler değil, foto objektifler, foto kritikler, foto no1’ler var. “Oralara girmeyin, girerseniz de orada herkes birbirinin gönlünü eyliyor. Herkese alkış yaparsan sen de birden çok iyi fotoğrafçı olursun.”

Peki, fotoğraf yüklemediniz mi o platformlara?

İlk zamanlar yüklüyordum. İlk çektiğim bütün fotoğraflar benim için hep kusursuzdu. Şimdi çektiğim en iyi fotoğrafa bile kırk tane kulp bulabiliyorum. Az bilmişliğin küstahlığı. Fotoğrafları yüklüyorum siteye, o şahane fotoğraflarıma kimse yorum yapmıyor. Hocanın dediğini deneyeyim dedim. Herkese şahanesin, harikasın demeye başlayınca herkes de bana şahanesin, harikasın demeye başladı. Ben birden kendimi şahane ve harika hissetmeye başladım. Fakat hocam bana 1x’i tavsiye etmişti. “İyi fotoğrafı çekmek istiyorsan gir oraya bak, adamlar neler yapıyor, biz neredeyiz” diye. Benim şahane ve harika fotoğraflarımı 1x, 48 saati bulmadan “not published” diye damgalıyordu. Şahane olan bütün fotoğraflarım reddediliyor. 1x bunları nasıl reddeder? Fakat ben biraz inatçı bir kadınım. Bahanelerin arkasına sığınmayı sevmiyorum. Anlamayı ve kapıları zorlamayı seviyorum. Ve dedim ki ben bu 1x’te fotoğraf yayınlatacağım. O zamanlar 4-5 tane fotoğrafı yayınlanan Türkler oldu mu onlar benim için ilahtı.

Yayınlandı mı peki fotoğrafınız?

Önce bir fotoğrafım yayınlandı. Sonra bir süre yine yayınlanmadı. Sonra birkaç tane oldular. Önce her sene bir fotoğraf yayınlatayım, sonra her gittiğim yerden acaba bir tane 1x kalitesi olur mu derken, bugün Türkiye’den en çok fotoğraf yayınlatan Türk fotoğrafçı benim 1x’te. Orası benim okulumdu.

Sonra tamamen fotoğraf odaklı mı oldu hayatınız?

Hayat sadece benim yaptığım gibi çalışmaktan mı ibaretti? Çok paralar kazanıyorum, marka kıyafetler giyiyorum, onun bir tık üstüne çıkıyorum, bir tık daha büyük ev, biraz daha iyi eşya… Tam kapitalizme hizmet eden köle modundaydım. Dedim ki ben vazgeçeceğim bunların hepsinden, kendime ve fotoğrafa zaman ayıracağım. Yaparsın yapamazsın, yaptım.

Avukatlık yapmıyor musunuz artık?

Yapıyorum ama bir firmam var. Onların da sigortalı olarak şirket avukatlığını yapıyorum şu anda. Fotoğrafa daha çok zaman ayırmaya başladım. İlk ciddi başarım Sony ile geldi. Ulusal kategori ikincisiydim ve Commended Photographer seçilmiştim. Sonra 2017’de National Geographic geldi. Bir ilkti. Daha önce Türkiye’den ilk defa kazanan Erdal Kınacı hocaydı 2006 senesinde yine ‘insan’ kategorisinde. Ondan sonra kazanan 2. Türk, ilk Türk kadın fotoğrafçıydım. Ama o zamana kadar şirin, cici kadındım ben, kendi çapında bir şeyler yapmaya çalışan, herkesin bir şekilde sevdiği bir kadınken birden tükaka oldum.

Kıskançlık mı bu?

Ben şunu gördüm, insanlar sizin bir şeyi başaramadığınızı düşündükleri zaman desteklemeyi seviyorlar, destekliyor görünüyorlar. Nasıl olsa beni geçemez diye düşünüyorlar. Siz ne zaman ki gerçekten bir şeyler yapmaya başlıyorsunuz kötü oluyorsunuz. Yerden yere vuruldum ben, duymadığım şey kalmadı. Erdal Hoca’nın bana çok güzel bir sözü vardı. “Dilek’çiğim, seni canı gönülden kutluyorum ama hazırlıklı ol, tahmin edemeyeceğin kadar eleştirileceksin.” dedi. “Tahmin ediyorum hocam” dedim. Gülücük attı “Edemezsin” dedi. Bizim Erdal Hoca ile sohbetimiz National’a dair budur.

“Fotoğrafı National’dan öğrenecek değilizler”e kadar giden, “Daha önce çekildi bu” denen... “Hamamda semazenin ne işi varmış”, “National Geographic jürisi yemiş” gibi birçok olumsuz yorum… Hâlbuki bilmedikleri o kadar çok şey vardı ki! Anlamaya hiç çalışmadılar. Ben sürecimin başından beri anlayamadığım her şeyin neden öyle olduğunu anlamaya çalıştığım için çıtayı yükseltiyorum belki de. National Geographic jürisi yememişti, biliyordu. Yarışmaya fotoğrafı gönderirken yazmıştım. “Normalde sema gösterileri Konya merkezde yapılır. Burası eski tarihi bir hamamdır. Ama ben burada şu şu sebeplerle çektim” dedim. Finale kaldıktan sonra daha detaylı istediler benden. Onların da açıklamasını yaptım. Artı hep söylüyorum tüm fotoğraflar çıkartılsın, orada en düzgün çekilmiş fotoğraf bana ait, teknik olarak da... Hepsinde çok ciddi distorsiyonlar, işin mantığını anlamamaktan kaynaklı düzenlemeler var. O anlamda da içim çok rahattı. Ama bütün bunlara ne derseniz deyin ikna edemezdiniz. Daha çok başarılı olmak için bir şeyler yapmam lazımdı.

Bu gizli çatışmanın nedeni ne sizce?

Bizdeki en büyük sorun herkesin kendi mantığı çerçevesinden bakıyor olması. Kimisi diyor ki “Kurguya çok karşıyım, yapamazsın”. Hayır, kurgu fotoğrafın içerisinde. Ama sen eğer bir sokak fotoğrafı ya da belgesel çekiyorsan -ki oralarda bile belli yerlerde olabilir- oralarda yapamazsın. Bu keskin söylemlere hakikaten gerek yok. Neyi neden yaptığını biliyor olmak ve doğru kullanabilmek önemli bence. Ama bizde herkes bir şeye hayır diyor. “Biz fotoğrafçıyız, gittiğimiz yerleri çekeceğiz ama özellikle fotografik olan yerlerde o zamana kadar çekilenlerin en iyisini ve en farklısını çekmeye çalışacağız. Birebir aynısını ya da vasatını çekiyorsak olmaz. Altta kalırız ama üstüne çıkabilmeliyiz.” gibi küstahlıkları sevmiyorum.

Peki, sonra, hikâyeniz nasıl devam etti?

Kanserli hastalarla uzun soluklu bir proje çalıştım. Her sene uluslararası başarılar geliyordu. En son Sony’den geçen yıl ulusal kategori birinciliği geldi. Siena’da ilk defa hem üçüncülük hem Remarkable Art Foto Ödülü almıştım. 2 ödül alıp derecede olan tek Türk bendim. Sonrasında pandemi patlak verdi. Ben panikledim çünkü “Seneye ne yapacağız” derdi hep vardı. Tüm hayatımızın kısıtlandığı ilk dönemde evde bir şeyler çekmeye çalıştım. 13 senedir olduğum yerde hiç görmediğim şeyler gördüm zorlayınca kendimi. İnsan en çok burnunu göremez gözüne en yakın olduğu halde, benimki de o hesapmış. Akabinde süreci kaygıyla izliyordum. Amacım ve derdim hep hastanelere girebilmek… İzin almaya kafamı yoruyorum. 44 yaşındayım, 44 senedir reddedilmediğim kadar 11 Mart 2020’den hastaneye girdiğim sürece kadar (yaklaşık 2 ay) ben ret cevabı aldım. Nereyi arasam hayır dediler.

Fotoğrafçı olarak mı giremiyorsunuz hiçbir şekilde?

Evet. Üniversiteleri arıyorum, diyorlar ki “Bizim kendi fotoğrafçımız var, o çeksin”. Olay o kadar basite indirgeniyor. Bakan müşavirlerine kadar herkesin telefonlarına ulaştım kendi başıma. Ama hep ret geldi. En son CİMER’e bile dilekçe yazdım. Bu arada bir doktorlar topluluğu vardı MediKritik, söyleşi yapmak istemişlerdi. Ben de Twitter’ı günlüğüm gibi kullanırım. Orada ben “Herkes fotoğrafları çekiyor, biz de bilirdik belgelemeyi ama kimse bize yardım etmiyor” gibi söylenmeye başladım. Takipçilerim çoğalmıştı, beni birilerine etiketlediler. Oradan Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne ulaştık. Bana dediler ki “Bizce evde kalın ama siz istiyorsanız biz size tulum veririz.” Hastanelere girmeden önce onlarla hem dezenfeksiyon sürecinde metroları ve dışarıları fotoğrafladım hem de sessiz Ankara fotoğrafları çektik. Ben önce dolaşıp yer belirliyordum sonra onlara alo diyordum ki bu fotoğrafları alt açıyla çekersem olmaz, drone kalkmıyor zaten, bana vinç getiriyorlardı. Ama asıl istediğim hastanelerdi.

MediKritik ile söyleşi yaparken Ankara’dan bir doktor takipçim Gazi Üniversitesi Hastanesi’nde Enfeksiyon Hastalıkları bölümünde profesörmüş ve fotoğrafla ilgileniyormuş. Ankara fotoğrafları çekmek istemiş, sokağa çıkma yasağı olan günlerde o da benzer fotoğraflardan çekmiş. Bana mail atarak “Kazan kazan yapalım, siz hastaneye gelin çekin, ben de sizden fotoğrafı öğreneyim” yazmış.  Ben hemen “Olur” dedim. Olur dedim ama o kadar zorlanmışım ki izin alma konusunda, kesin biri beni işletiyor diye düşündüm. Bu arada işletilmeyeyim diye doktorun adını Google’dan aratıyorum. Evet, Gazi Üniversitesi’nde Kenan diye bir profesör var enfeksiyonda. Akabinde biz ertesi günü çalışmalara başladık.

İyi denk gelmiş Dr. Kenan… Hastanede ne kadar süre çekim yaptınız?

29 gün çekim yaptım. Hastaneye hastanın ayak basmasından çıkış yapana kadar çekmediğim alan kalmadı. En son morg kısmını fotoğrafladık, çünkü salgının bir gerçeğiydi ve tüm gerçekliği göstermek gerekiyordu. Fotoğrafı sadece eğlence ya da göz hoşluğu zannedenler önce bunu anlamakta zorlandılar. Fotoğraf tarihine ya da WordPress’in kazananlarına baktığınızda gözünüze hoş gelecek fotoğraf göremezsiniz. Hep sizi ciddi anlamda rahatsız edecek fotoğraflardır.

Yoğun bakım bölümü var, bir de yoğun bakımın içinde odalar var, hastaların kaldığı. O odalara girmek tabii ki sıkıntılı. Ben o hasta odalarının içerisine de girdim. Hastanede tek tek hemşireler aracılığıyla önce sözlü izinleri aldık. İzin verenler oldu, hiç istemeyenler oldu, izin verip iki gün sonra vazgeçenler oldu. Sonrasında fotoğrafları yarışmalara bir şekilde gönderebildim. Benim için esas kriter yurt dışındaki yarışmalar. İki güzel ödül geldi, biri Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) Tapsa, diğeri IPA. IPA için alt kategori birincisi olur muyum acaba derken, alt kategori birincisi sonra kategori birincisi oldum. 14 Şubat günü açıklanan Discovery Of The Year’ı hiç tahmin etmiyordum zaten. Çok büyük sürpriz oldu. Normalde öncesinde mail gelir, burada gelmiyormuş.

Direkt Steve McCurry’nin açıkladığı videodan mı öğrendiniz?

Evet, öyle oldu. O gün BAE’den yeni gelmiştim eve. Gece 23.00 – 23-30 arası sanıyorum. Valizim kayıp, teslime getiriyorlar eve. Kapı çaldı. Ben bu arada canlı yayının başını kaçırmışım. Nasıl olsa vermezler ya da alamam modundaydım. Çünkü inanılmaz kategoriler var. Kitap kategorisi, kısa film vs. Ben sonuna doğru girdim canlı yayına. Öğrenince çığlık çığlığaydım. Adam valizi getirdiğinde benim gözümde yaşlar, elim titriyor yaprak gibi. Steve McCurry’nin ağzından duymak da müthişti.

Sizin Covid fotoğraflarınızın bu kategoride birinci olmasının nedeni nedir? Birçok insanın fotoğrafı arasında hangi etken sizi seçtirmiştir?

Bütün dünyayı bu süreçte takip ettim. Fotoğrafların çoğunluğu kendi hayatını riske atmamak adına ve izin mekanizması sıkıntılı olduğu için hep uzaktan çekilmişti. Robert Capa’nın dediği gibi “Eğer fotoğrafınız iyi değilse ona yeteri kadar yakın değilsinizdir”. Ödül töreninin sonunda iki editör neden seçildiğimden bahsederken oraya vurgu yapıldı. Benimki kadar yakın hiçbir fotoğraf yok. Bir İtalyan gazeteci var, onun bir iki evlerde çektiği fotoğraflar yakın. Belgesel ve haber fotoğrafları çekilirken estetik kaygılar tamamen bir kenara bırakılıyor ve ana odaklanılıyor. Ben biraz bunu da yıkmam lazım diye düşündüm.

Evet, Covid fotoğraflarınızın belge olmanın yanı sıra estetik kaygıyla da çekilmiş olduğunu görüyoruz.

Simetrilere, kadrajlara, ışığa, tonlamalara bir şekilde dikkat etmeye çalıştım. Bunu yapabilmemin sebebi de benim 29 gün orada olmamdı. Görünmez oldum. Ara Güler’in lafıdır “İyi fotoğraf çekmek için görünmez olmanız gerekir”. Görünmez olmak için bu ortamda her şeyin fotoğrafını çekiyormuşum gibi davrandım. Kadın deli galiba, her şeyi çekiyor diye düşündüler.

Yani benim fotoğrafımı çekiyor diye düşünmesinler mi istediniz?

Evet. Fotoğrafçı gelmiş, çekiyor dendiğinde kendilerini toparlıyorlar, saçımı yapayım vs. oluyor. Ama bir gün, iki gün değil, yirmi dokuz gün oradaydım, alıştılar bana.

Hiç çıkmadınız mı, yoksa eve gidip geliyor muydunuz?

Yok, eve gidip geliyordum. Merhaba diyordum, yine geldim der gibi. Bu, görünmezliği getirdi, öyle olunca doğallık da yakalandı. Bu ikisi sanıyorum en büyük iki faktördü. Uzun süre kalmanın verdiği görünmezlik ve yakın plan çekebiliyor olmam.

O hep gördüğümüz fotoğrafta yapılan işlem neydi? Hastayı entübe mi ediyorlar?

Orada entübe etmiyorlar henüz ama bir süre sonra entübe edilen bir hasta oldu o. Yoğun bakımdı orası. Oradaki serinin içerisinde on fotoğraf var. On fotoğrafın hepsi yoğun bakımda olan hastaların fotoğrafları. Yoğun bakımda ne olup bittiği görülsün istedik. Çünkü en merkez ve en çekirdek olan yer…

Ve en göremediğimiz yer aslında...

Evet, aslında fotoğrafçının misyonu bu olmalı. Tarihi değiştiremeyiz ama onu gösterebiliriz. Bu zamanları yaşayan herkes öldükten sonra, bizim çektiğimiz bu fotoğraflar yaşayacak. Yoğun bakımdaki fotoğraflarla insanlar bu hiç bilmedikleri ve deneyimlemedikleri şeylerin ne olduğunu görebildiler.

Biraz Türkiye’deki fotoğrafçılıktan bahsedelim. Siz insanların olumsuz tavrından bahsettiniz ama daha olumlu konuşacak olursak sizce ne yapmak gerekli? Yurtdışında sesimizi duyurmak için nasıl çalışmak gerekiyor?

Süreç içerisinde katıldığım tüm Zoom söyleşilerinde de (derneklerle, üniversitelerle vs.) şunu söyledim: Kişisel başarıların hiçbir önemi yok. Ben sadece kendi başarılarımı kendime saklayacak olursam bu benim kişisel başarım olur ve benimle beraber ölür. Bizim Türk fotoğrafında hep bencillik var. Ben olayım ve arkamdan hiç kimse gelmesin. Gelsin der gibi gözükenlerin çoğu sahtekârlık yapıyor aslında, kimseyi ‘gerçekten’ yetiştirmek istediklerinden değil. BAE’ye gittiğimde, küçümsediğimiz Vietnam’dan, Bangladeş’ten, Hindistan’dan bile pek çok fotoğrafçı varken, Türkiye’den sadece ben vardım. Keşke daha fazla olsaydık. Bunun için de birbirimize doğru örnek olmamız lazım.

Hangi konuda mesela?

Mesela bir AFIAP’tır gidiyor. AFIAP ile hiçbir şey olamayacak insanlara, moral verebilmek adına boşu boşuna para ve zaman harcatıyorlar. Dünyada hiçbir yerdeki hiç kimsenin kale almadığı unvanlar bunlar. AFIAP’ın en üst unvanını alan fotoğrafçının dünya çapında dereceleri var mı? Yapılan şey dernekçilik. Bir de bizde ahbap çavuşluk çok fazla. Ben sizi seviyorsam, size destek oluyorum, sergime alıyorum. Jürideysem yarın bir gün ödül veriyorum. Dünyadaki fotoğraf yarışmalarına baktığımızda para ödülü olarak en yüksek miktarı veren ülke Türkiye. En çok yarışmayı düzenleyen ülke de Türkiye. Ama TFSF yarışmalarından çıkan birinciler hiçbir yerde neredeyse iş yapamıyor. Enteresan bir durum.

Neden acaba?

İşte bunu sorgulamak lazım. ‘Sokakçı’lar kendilerini dünyada duyurmaya başladı. Haluk Safi, İlker Karaman, Suzan Pektaş gibi pek çok isim var. Bunların hiçbirinin AFIAP’ı yok ya da TFSF ile ilgilenmiyorlar. Amacınız gerçekten fotoğraf çekmek olmalı. Bilgiyi esirgememek lazım. Ben her yerde öğrendiklerimi, benimle birlikte olan herkese, her fırsatta anlatıyorum. Ben 1x için ilk günden beri Instagram’da da Facebook’ta da Twitter’da da ‘devler ligi’ dedim, özellikle öne çıkartmak için. Birinci fotoğrafım, 20. fotoğrafım 80. fotoğrafım dedim. Bunu bilinçli olarak yaptım, insanlar oraya girip baksın diye.

Öğrenme önünde en büyük engel, anlayamadıklarımızı kötülemek… Bunun yerine ben nerede eksiğim ya da neyi ıskalıyorum dememiz lazım. Çok şey yanlış öğretiliyor. Fotoğrafı hiç takip etmeyip, kendi zamanlarında ve kendi çağlarında kalan kişiler var. Fotoğraf değişiyor. Bu değişime ayak uyduramazsanız var olamazsınız ve bir Türk fotoğrafı kavramını oluşturamazsınız. Bunu oluşturabilmek için o değişimleri takip edip, kendi stilinizi ve tarzınızı ortaya koymanız lazım. Mesela eski fotoğrafçılar sokak fotoğrafına müdahale edemediler çünkü bilmiyorlardı. Onların bildiği sokak fotoğrafı Ara Güler mantığıydı. Hâlbuki yeni sokak fotoğrafı bambaşka bir şey. Keşke hunharca ve hiç düşünmeden eleştirmek yerine oturup acaba neyi kaçırıyorum diye düşünebilsek. Bunları gördüm süreç içerisinde. Kendimce söylüyorum, belki ben de yanlışım. Yol değişiyor sürekli, bakalım bundan sonra nereye gidecek, hep beraber göreceğiz.

Kadın olmanın fotoğrafa etkisi var mı?

Var, evet. Kadın olmak zor. Dünyada kadın olmak zor, sadece Türkiye’de değil. Dünya fotoğrafına da baktığınızda kadın oranı ciddi anlamda düşük. O yüzden son dönemde yurtdışında pozitif ayrımcılık yapılıyor. Çünkü pasta payının neredeyse yüzde 70-80’i erkeklerin elinde. Mesela seyahat fotoğrafçısı dediğimde bana dünya genelinde kadın fotoğrafçı sayamazsınız neredeyse. Bunlar artık değiştirilmeye çalışılıyor. Türkiye’de de yapmamız lazım. En basitinden jüri listelerini açın bakın, kaç kadın var... Lütfeden ve akıl edebilen ‘aman kadın olmadı’ denmesin diye bir tane kadın koyuyor jüriye. En azından eşit olmalı. Ya da fazla yap yapabiliyorsan.

Her şeyin ötesinde Türk toplumundaki erkek figürüne göre anlayışlı bir eşe sahibim. Bir şeyleri yapabildim ama çok zordu benim için bile. Çünkü “Nereye gidiyorsun, kimle gidiyorsun, çocuklara kim bakacak” diye soruluyordu. Bir erkek fotoğrafa gittiğinde kapıyı çekiyor ve gidiyor. Ama ben evin her şeyini organize etmek zorundayım. Gittiğimde de hala “Anne bana böyle böyle oldu!” Ben fotoğrafa mı konsantre olayım, aklım orada mı kalsın? Ben fotoğraf hayatımı, ev ve aile hayatıma göre organize etmek zorundayım.

“Kadın hep var olsun ama bir adım erkeğin gerisinde olsun.” Mantık bu. “Kadın var olmasın demiyoruz.” Evet demiyorsun, seni geçene kadar ya da sana yaklaşana kadar. İsteyince oluyor, çalışınca oluyor, emek harcayınca oluyor. Yeter ki karar verip istesinler. Bu sadece fotoğraf için de değil. Ben sadece “Yeter ki gölge edip engellemesinler” diyorum. Onların engellemelerine rağmen biz bir şeyleri başarabiliyoruz. Bir de engellemiyor olsalar kim bilir neler başaracağız…

Etiketler: fotoğraf, ileri fotoğrafçılık

Yazdır e-Posta